TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 1
“Diyâr-ı Rûm”un (Roma Ülkesi=Anadolu)
“Türkiye” Hâline Gelmesinde Türk Kültürünün Rolü
(The Role of Turkish Culture in the Conversion of “Diyar-i Rum”
(Roman Land=Anatolia) into “Turkey”)
Salim KOCA∗
ÖZET
Orta Çağ Türk topluluklarının hayatında, tarihin akışını değiştiren ve Türklüğün kaderini
belirleyen iki önemli tarihî olay meydana gelmiştir. Bunlardan biri, Türklerin X. yüzyıldan
itibaren “Gök Tanrı” inancı ile “Atlı-Göçebe Türk medeniyeti”ni terk edip, İslâm dinine ve
medeniyetine girmeleridir. Diğeri ise, XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’yu fethedip, bu ülkeyi
bir Türk vatanı haline getirmeleri ve Türkleştirmeleridir. Bu makalenin konusu, birinci tarihî
olayın bir bakıma doğal sonucu olan ikinci tarihî olaydır. Türklerin Anadolu’yu fethetmeleri ve
Türkleştirmeleri, ilk Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey zamanında (1040-1063) başlamış olup,
1071 Malazgirt zaferinden sonra gittikçe hızlanmış ve Anadolu’da kurulan Türk Devletleri ve
Beylikleri zamanında da tamamlanmış ve gerçek hedefine ulaştırılmıştır. Bu arada geçen bu
 3-4 asırlık süre içinde, Türklerin “Diyâr-ı Rum” (Roma Ülkesi) adıyla andıkları Anadolu,
nüfus ve kültür yapısıyla tam bir Türk yurdu haline gelmiştir. Nitekim, Batı dünyasının tarih
yazarları, II. Haçlı seferi sırasında (1148) Türklerle dopdolu olarak gördükleri ve onların büyük bir gayretle savundukları Anadolu’ya, bundan böyle “Türkiye” (Turkhia, Turquia) demeye başlamışlardır. Batı dünyasının tescil etmiş olduğu bu tarihî gerçeği, Anadolu’nun eski
sahibi olan Bizans da 1176 Miryokefalon yenilgisinden sonra kabul etmek zorunda
 kalmıştır. Aynı şekilde, Batılı gezginler ve coğrafyacılar da XV. yüzyıldan itibaren
 Doğu Anadolu’ya “Türkmen Ülkesi” (Turcomanie, Turquemenie veya Turkomania)
 demek suretiyle bu gerçeği pekiştirmişlerdir.

rolü vardır. Burada hemen belirtelim ki, içinde yaşadığı coğrafyadan ayrılmayan
topluluklarda dil değiştirme olmadığı müddetçe, din değiştirme genellikle kimlik değişikliğine yol açmamaktadır. Meselâ Farslar, İslâm dinine girdikleri halde dillerini değiştirmedikleri için millî kimliklerini ve kültürlerini korumuşlardır. Halbuki, İslâm dinine giren Kuzey Afrika toplulukları, dillerini koruyama-
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 5
dıkları için millî kimliklerini kaybedip Araplaşmışlardır. Öte yandan, Orta Asya
dışına çıkan bazı Türk toplulukları için kimlik değiştirme, genellikle din değiştirme ile başlamıştır. Meselâ, Tabgaç Türkleri ile Tuna Bulgarlarında durum
tamamen böyle olmuştur. Bunlardan Tabgaç Türkleri Budizm’e girerek Çinlileşmiş1
, Tuna Bulgarları da Hıristiyanlık dinine girerek Slavlaşmıştır. Fakat, bu
hususta Türkiye Türklerinin durumu tam bir istisna teşkil eder ki, işte bizim de üzerinde durduğumuz asıl konu budur.
Anadolu’yu fethederek, burada yurt tutan Türkler, din ve medeniyet değiştirmiş olmalarına rağmen2
, dillerini değiştirmemişler ve onu korumasını bilmişlerdir. Aksi taktirde, anayurdun dışına çıkan diğer soydaşları gibi onların da,
millî kimliklerini ve kültürlerini korumaları mümkün olmayabilirdi. Çünkü,
Türkiye Türkleri, Fars ve Arap kültür coğrafyasından çoktan uzaklaşmış oldukları halde bile, dillerini Fars ve Arap kültürlerinin etkisinden tamamen kurtaramamışlardır.
Kanaatimizce, Anadolu’da Türk kimliğinin ve kültürünün korunmasında İslâm
dini de müspet bir rol oynamıştır. Çünkü, Anadolu bir Hıristiyan ülkesi idi. Burada Grek ve Roma kültürleriyle bütünleşmiş Hıristiyanlık dini hâkimdi. Eğer
Türkler İslâm dinine girmeden bu ülkeye gelmiş olsalardı, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara ve Orta Avrupa’ya inen soydaşları gibi Hıristiyanlaşmaları
kaçınılmaz olurdu. Öte yandan, İslâm dini, tamamlanmış ve son din olduğu
için bu dine giren topluluklarda, diğer semavî din mensuplarında olduğu gibi
yeni bir din ihtiyacı ve arayışı hiçbir zaman olmamıştır. Zira, Alman kökenli
Rus bilgini Barthold’un da tespit ettiği gibi, “tarihte İslâm dinine girip de, daha
sonra bu dini bırakarak başka bir dine geçen hiçbir topluluk görülmemiştir”3
. Bu tarihî
gerçeğin en açık örneğini, Anadolu’da yurt tutan Müslüman Türklerde görmek
mümkündür. Gerçekten de, eksik ve üstelik bozulmuş bir dinin mensupları
olan Anadolu yerli halkının, en mükemmel ve en son din olan İslâm dinine
mensup Türkleri din bakımından etkilemeleri hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Üstelik burada İslâm dini, tıpkı millîyet bilinci gibi, Türk kimliğini koruyucu bir rol üstlenmiştir. Böylece, Müslüman Türkler ile Hıristiyan yerli halkla-

1
 Tabgaç Türklerinin Çinlileşmelerinde kendi hükümdarlarının özel gayretleri olmuştur. Meselâ
onlar, Budizm’e girdikten sonra, anlaşılması ve anlatılması mümkün olmayan bir mantıkla
Türk kütlelerine kendi giyimlerini ve dillerini kullanmayı yasaklamışlardır. Bu durum ise,
Çinlileşmeyi bir hayli kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. (Çağatay-Tezcan, 1975-76: 251; Koca,
2003-a: II, 41, 179).
2
 Türkiye Türklerinin ataları olan Oğuzlar, X. yüzyıldan itibaren “Gök Tanrı” inancını terk edip,
İslâm dinine, “Atlı-Göçebe Türk medeniyeti”nden de çıkıp, İslâm medeniyeti dairesine girmişlerdir.
3
 Barthold, 1975: 96.
6 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
rın karışıp kaynaşması hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Bundan dolayı,
Anadolu’da hem yerli halk, hem de Türk toplumu hemen hemen hiç karışmadan kültürlerini ve kimliklerini koruyarak, günümüze kadar gelmişlerdir.
Anadolu’nun coğrafî durumunun da, buradaki Türk varlığının yerleşmesinde ve
kökleşmesinde önemli bir katkısı bulunmaktadır. Bilindiği gibi, Anadolu’nun üç tarafı aşılması güç doğal engellerle, yani denizlerle çevrilidir. Tek çıkış noktası
olan boğazlar da, yerleşik bir medeniyete sahip olan Bizans Devleti tarafından
tutulmakta idi. Eğer burada Türklerin önüne denizler ile Bizans engeli çıkmamış olsaydı, onların boğazları kolayca aşıp, Balkanlara ve Avrupa’nın içine
doğru dağılarak, bu geniş ve kalabalık insan coğrafyası içinde kendilerini kaybetmeleri kaçınılmaz olurdu. Nitekim, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlara ve
Orta Avrupa’ya inmiş olan Türklerin kaderi, hep Türklük dünyasından kopmakla sonuçlanmıştır4
. Özelikle, Bizans’ın üç asra yakın bir süre boğazları sıkıca elinde tutması, Türklüğün hayrına olmuştur. Bu engel, devamlı batıya akış
içinde olan Türk topluluklarının Anadolu’da yerleşmelerini ve kökleşmelerini
sağlamıştır. Çünkü, Anadolu’ya gelen Türklerin çoğunluğu, henüz konar-göçer
halde olup, bunların yerleşik hayata geçebilmeleri de belirli bir zamanı ve uygun şartları gerektirmekteydi.
Buraya kadar yapmış olduğumuz giriş mahiyetindeki genel tespitlerden
sonra, şimdi asıl konumuzu ele alabiliriz. Burada özellikle belirtelim ki, bu tarihî olayın birçok cephesi vardır. Biz burada, bu tarihî olayın sadece “siyasî, sosyal
ve kültür cephesi”ni değerlendireceğiz:

4
 Orta Asya dışına çıkıp, Hazar Denizi ile Karadeniz’in kuzeyindeki sahalara yayılan ve buradan da Orta Avrupa ve Balkanlara inen büyük Türk toplulukları şunlardır: Avrupa Hunları,
Avarlar, Sabarlar, Ogurlar (Oğuzlar), Onogurlar (On Oğuzlar), Kuturgurlar (Dokuz Oğuzlar)/Tuna Bulgarları, Uturgurlar (Otuz Oğuzlar)/Etil Bulgarları, Hazarlar, Peçenekler, Uzlar
(Oğuzlar), Kıpçaklar/Kumanlar.
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 7
1- “Coğrafyadan Vatana”
“Ülke kılıçla fethedilir, kalemle korunur”.
Yusuf Has Hâcib
“Bir millet için vatanını savunmak, aynı zamanda geçmişini,
bugününü ve geleceğini savunmak demektir”.
Gustave Le Bon
Tarihin en eski dönemlerinden beri sürekli batıya akış içinde olan Türk topluluklarının kaderi, Türk ordularının savaş meydanlarında kazanacakları başarıya bağlı olmuştur. Daima görevinin ve sorumluluğunun bilincinde olan Türk
başkomutanları da, tarihin akışını değiştiren ve Türklüğün kaderini tayin eden
büyük zaferler kazanmışlardır. Bunların en önemlileri, hiç şüphesiz,
Dandanakan (1040), Malazgirt (1071), Miryokefalon (1176) ve Dumlupınar (30
Ağustos Başkumandanlık) (1922) zaferleridir5
. Bilindiği gibi, Dandanakan zaferi,
Büyük Selçuklu Devletinin kuruluşunu sağlamış ve Türklüğün önüne de İslâm dünyasının hâkimiyetini açmıştır. Malazgirt zaferi ise, Anadolu’nun fethi ve Türk vatanı
haline gelmesi sonucunu doğurmuştur. Miryokefalon zaferi de, kurulan yeni vatanı
koruyarak, Türklerin bu ülkede kalıcı olmalarını sağlamıştır. Dumlupınar zaferi ise,
istilâya ve işgale uğramış olan Türk ata yurdu Anadolu’yu kurtarmış ve burada yeni
bir Türk devletinin kurulmasını sağlamıştır.
Bizim burada özellikle üzerinde duracağımız konu, Türklüğün kaderi bakımından Malazgirt ve Miryokefalon zaferlerinin ortaya çıkardığı tarihî sonuçlardır. Çünkü, Malazgirt zaferinden sonra gösterilen faaliyetlerle, diğer İslâm
toplulukları gibi Türklerin de bir süre “Diyâr-ı Rûm” adıyla andıkları Anadolu,
“Türkiye”, yani bir Türk vatanı haline getirilmiştir. Türk varlığının bu ülkedeki
kalıcı tescili de, Miryokefalon zaferiyle yaptırılmıştır.
1071 Malazgirt zaferiyle Bizans’ın ordusunu ve teşkilâtını tamamen çökertmiş olan Sultan Alp Arslan, savaş meydanında yapmış olduğu antlaşmanın
kısa bir süre sonra hükümsüz kalması üzerine, Selçuklu ve Türkmen beylerine
Anadolu’nun fethi emrini vermiştir6
. Bu emir üzerine başta hanedandan
Kutalmışoğulları (Süleyman-şâh ve Mansur kardeşler) olmak üzere birçok Selçuklu ve Türkmen beyi (Artuk, Tutak, Karatekin, Boldacı, Danişmend Gazi,

5
 Bu zaferlere, İstanbul’un fethini de eklemek gerekir. Çünkü bu büyük fetih, iki parça halinde
olan Türk yurdunu (Anadolu ve Rumeli) birleştirmiştir.
6
 Urfalı Mateos, 1987: 144; Zahîreddîn Nişâbûrî, 1332: 27 vd.
8 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Mengücük Gazi), Anadolu’da kendilerine yeni hâkimiyet sahası olacak yerlere
doğru süratle ilerlemişlerdir. Öte yandan, arka arkaya yenilgiye uğrayan Bizans
kuvvetleri ise, bütün çabalarına rağmen, ne Türk beylerinin ilerlemesini ve ne
de Anadolu’nun fethini engelleyebilmiştir7
. Artık Anadolu, süratli bir şekilde el
ve sahip değiştirmeye başlamıştır. Bizans imparatorları ise, durduramadıkları
bu fetihler karşısında, Batı dünyasından yardım istemekten başka çare bulamamışlardır8
.
Burada özellikle belirtelim ki, Anadolu’daki bu fethin amacı, geçici bir istilâ
ve işgal değil; burada yeni bir Türk vatanı kurmaktı. Zira, Selçuklu Devletinin
temel unsuru olan Türkmenler (göçebe Oğuz Türkleri)9
 için İslâm ülkelerinin
hiçbir yeri uygun bir yurt olamamıştı. Türkmenler ile yerli Müslüman halklar
arasında aynı mekanı kullanmaktan veya paylaşamamaktan dolayı büyük bir
sıkıntı yaşanmakta idi. Selçuklu beyleri de, Türkmenlerin bu sıkıntısını giderebilmek ve yerli halkları rahatlatabilmek için yeni bir ülke daha fethetmek zorunda kaldılar10. Bu ülke de, tabiat ve iklim şartları bakımından Türk hayat tarzına en uygun görünen Anadolu olmuştur. Bu sırada Anadolu, tamamen Bizans’ın elinde bulunmaktaydı.
Türklerden önce, hem İranlılar (Persler, Sâsânîler) hem de Müslüman Araplar, Anadolu’nun büyük kısmını ele geçirmişlerdi. Hatta bu ülkeyi, uzun sayılabilecek bir süre de ellerinde tutmuşlardı. Fakat onların bu hâkimiyetleri,
Anadolu’nun ne etnik yapısı ve ne de kültür yapısı üzerinde hiçbir değişiklik

7
 Selçuklu ve Türkmen beyleri, Anadolu’nun fethine başladıklarında bu ülkeyi âdeta boşaltılmış
ve harap vaziyette, Bizans idaresini de derin bir siyasî bunalım içinde buldular. Bizans ordusunun direnişi de çok zayıftı. Hatta birçok yerde, hiçbir direniş hareketi bile yoktu. Anadolu’nun yerli halkı ise, Türkleri ne İranlılar gibi rakip bir millet, ne de Araplar gibi karşı bir dinin temsilcisi olarak görüyorlardı (Roux, 1995: 154). İnançlara ve kültürlere saygılı oldukları
için, birçok şehir ve kasaba halkı onlara kapılarını açmakta tereddüt etmiyordu. Öte yandan
Bizans idaresi, yıllarca uyguladığı yanlış dinî ve iktisadî politikalar yüzünden kendi halkının
desteğini tamamen yitirmiş bulunuyordu. Daha açık bir ifade ile söylememiz gerekirse, Bizans
idaresi, Anadolu’da öyle bir nefret uyandırmıştı ki, yerli halk bu idareye istemeyerek tahammül ediyordu (msl. Rumlar, Ermeniler, Süryaniler). Bu yüzden Anadolu’nun yerli halkından
Türk hâkimiyetine karşı hiçbir tepki gelmemiştir. Aksine, Anadolu’nun yerli halkı, âdil ve koruyucu Türk idaresinde; toprağa, adâlete, hürriyete, vergi muafiyetine, huzura ve emniyete
kavuşmuş olmaktan dolayı sevinmiştir. Burada şunu rahatça söyleyebiliriz ki, Türkler sadece
Anadolu’nun coğrafyasını değil, aynı zamanda yerli halkın gönlünü de fethetmişlerdir. (Koca,
2003-b: 29, 41; Nakracas, 2005: 34).
8
 Turan, 1971: 52 vd., 99; H. G. Wels, 1972: 204; Koca, 2003-b: 73.
9
 İslâm dünyasında Müslüman olan Oğuzlara, diğer soydaşlarından ayırt etmek için, Müslüman
Türk anlamında “Türkmen” denmiştir. Bundan böyle Türkmen adı gittikçe yaygınlık kazanarak, sonunda tamamen Oğuz adının yerini almıştır. X. yüzyılda başlayan bu değişim, XIII.

Türkiye Selçuklu sultanları, bir taraftan Anadolu’daki diğer Türk devletlerini
ve beyliklerini Selçuklu hâkimiyeti altında birleştirirken, diğer taraftan da Anadolu’nun doğal sınırları olan denizlere ulaşmaya çalışmışlardır. Daha doğrusu
onlar, sefer ve savaşlarını bu gayeye ulaşabilmek için daima birer vasıta yapmışlardır.
Sultan II. Kılıç Arslan (1155-1192), Anadolu’da Türk siyasî birliğinin önündeki en büyük engel olan Danişmendli Beyliklerini (Sivas şubesi: 1169; Kayseri
şubesi: 1175; Malatya şubesi: 1178) birer birer ortadan kaldırıp, topraklarını ilhak etmek suretiyle, bu hususta ilk ve en önemli başarıyı elde etmiştir20. Kılıç
Arslan’ın oğlu Sultan II. Süleyman-şâh ise (1196-1204), aynı gaye ile Erzurum
Saltuklu Beyliğine son vererek (1202), babasının faaliyetine devam etmiştir.
Türk birliğinin sağlandığı ölçüde Anadolu’nun emniyetinin artacağını ve savunmasının kolaylaşacağını çok iyi kavramış olan Sultan I. Alâeddîn Keykubâd
da (1220-1237), Erzincan Mengücük Beyliğini (1228), Erzurum Selçuklu Kolunu
(1230) ve Harput Sökmen Oğulları Beyliğini ortadan kaldırmak suretiyle (1234),
dedesi II. Kılıç Arslan’ın başlatmış olduğu faaliyeti, büyük ölçüde tamamlamış
ve gerçek hedefine ulaştırmıştır.
Türkiye Selçuklu sultanları, bu arada faaliyetlerinin öteki cephesini de ihmal etmemişlerdir. Onlar, devleti sarılmış bir kara devleti halinden kurtarabilmek ve doğal sınırları olan denizlere ulaştırabilmek için de, büyük gayret gös-

20 Sultan II. Kılıç Arslan’ın Miryokefalon zaferi ile Bizans’ın emeline son vermesi ve Danişmend
Beyliklerini ortadan kaldırıp topraklarını ilhak etmesi, Türklerin Anadolu’da geniş imar faaliyetinde bulunabilmeleri ve kalıcı eserler meydana getirebilmeleri için uygun bir ortam yaratmıştır. Çünkü, Sultan II. Kılıç Arslan’ın bu başarıları, Anadolu’yu siyasî istikrara kavuşturmuş
olup, bu da medenî faaliyetlere girişilmesine imkân ve fırsat vermiştir. (Bu husus ileride tekrar
ele alınacaktır).
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 15
termişlerdir. Bu hususta yine ilk teşebbüste bulunan Türkiye Selçuklu hükümdarı, Sultan II. Kılıç Arslan’dır. II. Kılıç Arslan, bir taraftan komutanlarını
(Atabeg21, Sami) Ege bölgesinin fethine gönderirken, diğer taraftan bizzat kendisi, Antalya’yı fethetmek suretiyle devletin sınırlarını Akdeniz’e ulaştırmak
istemişse de, bu teşebbüsünde başarılı olamamıştır. Kılıç Arslan’ın oğlu Süleyman-şâh (II.), meliklik zamanında Tokat’tan hareket edip, Samsun ve çevresini
fethederek, babasının politikasını kuzeyde başarıya ulaştırmıştır. Fakat, Süleyman-şâh’ın Türkiye Selçuklu tahtını ele geçirmek üzere bölgeden ayrılmasından
sonra (1196), bu sahil şehri elden çıkmıştır. Buna rağmen, Samsun’un kenarında
oluşmuş olan Türk kolonisi, şehir tekrar Türkler tarafından alınıncaya kadar
varlığını korumuştur.
Devleti sarılmış olmaktan kurtarıp, doğal sınırlarına ulaştırma faaliyetinde
ilk önemli ve kalıcı başarıyı elde eden Türkiye Selçuklu hükümdarı ise, Sultan I.
Gıyâseddîn Keyhüsrev’dir (1204-1211). Keyhüsrev, 1207 yılında Antalya şehrini
sürekli ve ısrarlı bir kuşatma sonucunda ele geçirerek, devleti doğal sınırlarına
ulaştırmada ilk önemli ve büyük adımı atmıştır. Fakat, Keyhüsrev’in yerini alan
oğlu Sultan I. İzzeddîn Keykâvus’un saltanatının ilk yıllarında, Türkiye Selçuklu Devletinin içinde bulunduğu otorite bunalımından yararlanan Antalya Rumları, Kıbrıs Franklarıyla birleşip, kanlı bir gece baskınıyla şehirdeki Türk hâkimiyetine son vermişlerdir. Kısa sürede iç meselesini halleden Keykâvus (1211-
1220), önce Sinop’u fethetmek (1214) ve sonra da Antalya’yı geri almak (1216)
suretiyle devletin sınırlarını, bir daha değişmemek üzere kuzeyde ve güneyde
denizlere ulaştırmıştır. Antalya’da kurduğu bir deniz filosunu, diğer Akdeniz
sahillerini ele geçirmek için değerlendiren Sultan I. Alâeddîn Keykubâd da,
Kalonoros (Alâ’îyye=Alanya) ve Alara kalelerini fethederek (1223), babası
Keyhüsrev’in ve kardeşi Keykâvus’un faaliyetlerini tamamlamış, Türkiye Selçuklu Devletini en geniş sınırlarına kavuşturmuştur. Türkiye Selçuklu Devleti,
Alâeddîn Keykubâd zamanında (1220-1237), artık siyasî bütünlüğünü büyük
ölçüde sağlamış olup, sınırları da kuzeyde, güneyde ve doğuda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarına ulaşmış bulunuyordu.
Türkiye Selçuklu Devleti, Sultan Alâeddîn Keykubâd’dan sonra, daha önce
batıdan (Haçlılar ve Bizans) olduğu gibi, doğudan da büyük bir istilâ hareketine maruz kaldı. Bu, Moğol istilâsı idi. Bu sırada Türkiye Selçuklu tahtında bulu-

21 1177 yılında, Sultan II. Kılıç Arslan’ın emri ile harekete geçen Atabeg, Menderes nehri boyunca
ilerleyerek, Adalar Denizine (Ege) ulaşmıştır. Atabeg, bu başarısının sembolü olarak, buradan
Kılıç Arslan’a götürmek üzere yanına “deniz suyu, kum ve kayık küreği” almıştır. Fakat o, geri dönerken Bizans ordusunun pususuna düşmüş ve yapılan çarpışmada hayatını kaybetmiştir
(Niketas, 1995: 133 vd.).
16 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
nan Sultan II. Gıyâseddîn Keyhüsrev (1237-1246), Moğollar karşısında kuvvetli
bir mücadele iradesi ortaya koyamadı. 1243 yılında, Erzincan’ın Kösedağ yöresinde yapılan savaşta Moğollara, utanç verici bir şekilde yenildi ve kaçtı22. Bu
olay, tarihin mazur görebileceği bir hata değildi; bütün ülke acı, utanç ve nefret
dalgalarıyla çalkalandı. Türkiye Selçuklu Devleti de bir daha kurtulmamak üzere Moğol hâkimiyeti altına girdi. Devrin kaynağı Aksarayî’nin ifadesi ile Türkiye Selçuklu Devletinde korkunç bir “çöküş, feryat ve zillet” devri başladı23. Bu
karanlık devir, Türkiye Selçuklu iktidarının kendi içindeki tükenişine kadar
devam etti (1308). Türkiye Selçuklu Devletinin bu hazin çöküşünün arifesinde,
Türklüğün yaşama azmi ve var olma iradesi, yeni devletler ve beylikler şeklinde tekrar tecelli etti. Daha açık bir ifade ile söylememiz gerekirse, çöken Türkiye
Selçuklu Devletinin varisi ve devamı olarak Anadolu’da 20 kadar Türk beyliği
birden kuruldu24. Böylece Türklüğün yıldızı tekrar parladı.
Anadolu Türk Beyliklerinin Türk tarihinde oynadıkları en önemli rol şudur: Türkiye Selçuklu sultanları Ege, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde bazı
yerleri fethedememişlerdi. Özellikle Türkiye Selçuklu Devletinin batı, kuzey ve
güney uçlarında kurulan Türk Beylikleri, bu yerleri alarak, Anadolu’nun fethini
tamamlamışlardır. Böylece, Türkiye Selçukluları ile başlayan Anadolu’yu Türkleştirme ve Türk vatanı haline getirme faaliyeti, Beylikler devrinde Ege, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerindeki henüz alınamamış yerlerin de fethi ile büyük ölçüde hedefine ulaştırılmıştır. Yine Türkiye Selçukluları zamanında İç Anadolu’da toplanmış olan Türk
nüfusu, Anadolu Türk Beylikleri vasıtasıyla sahil bölgelerine yayılmıştır. Bunun doğal

22 İlk Selçuklu sultanlarının Haçlı ve Bizans orduları karşısında vatan savunmasında gösterdikleri azim ve irade ile Keyhüsrev’in Moğol orduları karşısındaki utanç verici yenilgisini ve kaçışını karşılaştıracak olursak, bu tabloda kahramanlığın ve cesaretin yerini korkaklığın, vatanseverliğin yerini de ihanetin almış olduğunu görürüz.
23 Bu dönemde, dinamik Türk toplum yapısı ve Türklerin kuvvetli devlet anlayışları sayesinde
Türkiye Selçuklu Devletinin iktisadî ve kültürel gelişmesi durmamış ise de, liyakatsiz sultanlar
ve Moğollarla işbirliği halinde olan İran kökenli devlet adamlarının manevî düşüklüğü ve ihtirasları yüzünden Selçuklu iktidarı günden güne zayıflamış ve sonunda tarihî fonksiyonunu
tamamen yitirmiştir. Öte yandan bu dönemde Moğol istilâ ve işgalinin yarattığı bunalımı gidermek veya azaltmak için Mevlâna yüksek tabakaya, Hacı Bektaş Velî orta tabakaya, Yunus
Emre de geniş halk kütlelerine rehberlik etmek suretiyle müspet rol oynamışlardır.
24 Bu Türk beyliklerinin adları şunlardır: Karamanoğulları Beyliği (Ermenek, Karaman, Konya),
Denizli/Lâdik Beyleri (İnançoğulları), Çobanoğulları (Kastamonu), Eşrefoğulları (Beyşehir),
Hamidoğulları Beyliği (Isparta, Eğridir), Sâhib Ata Oğulları (Afyonkarahisar), Alâ’iyye (Alanya) Beyleri, Germiyân Beyliği (Kütahya), Karesi Beyliği (Balıkesir), Saruhanoğulları Beyliği
(Manisa), Aydınoğulları Beyliği (Birgi, İzmir, Tire, Ödemiş, Selçuk), Menteşe Beyliği (Fethiye,
Muğla, Balat), Candaroğulları Beyliği (Kastamonu, Sinop), Pervaneoğulları (Sinop), Eratnalılar
(Sivas), Kadı Burhaneddîn Ahmed Hükümeti (Sivas), Taceddinoğulları (Niksar), Dulkadir
Beyliği (Elbistan, Maraş), Ramazanoğulları Beyliği (Adana).
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 17
sonucu olarak da, Türk nüfusu ve Türk kültürü, Anadolu’nun her yerinde hâkim ve
üstün duruma gelmiştir.
Anadolu Türk Beylikleri devri, Batı Anadolu’nun fethini ve Türkleştirme
faaliyetini tamamlama bakımından Türklüğün ne kadar lehine ve hayrına olduysa, siyasî bakımdan da o kadar Türklüğün aleyhine ve zararına olmuştur.
Çünkü, Beylikler döneminde siyasî bütünlüğünü kaybetmiş olan Anadolu, 20
civarında parçaya bölünmüştür. Bu, hiç şüphesiz, istilâlara açık bir ülke olan
Anadolu için çok tehlikeli bir durum idi. Üstelik Anadolu’nun bu haliyle korunması ve savunulması da son derece güçtü. Buradaki siyasî varlığın devamı,
ancak siyasî bütünlüğün sağlanması ile mümkün olabilirdi. Batı Anadolu’da
sağlam ve güçlü bir beylik kurmuş olan Osmanlı beyleri, bu tehlikeli durumu
anlamakta ve kavramakta geç kalmamışlardır. Onlar, bir taraftan batıda önemli
fetihler gerçekleştirmek suretiyle devletlerini devamlı büyütürlerken, diğer taraftan da Türk Beyliklerini birer birer ortadan kaldırıp, topraklarını ilhak etmek
suretiyle Anadolu’yu Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altında birleştirmişlerdir25
.
Bundan sonra Anadolu’nun siyasî bütünlüğü ve birliği, hiç bozulmadan günümüze kadar korunup gelmiştir.
Bu konuya son vermeden önce, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türklerinin,
özellikle Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’nun Türleşmesinde oynadıkları rolden
kısaca söz etmeliyiz. Çünkü, Anadolu’nun batı, kuzey ve güney uçlarında kurulan Türk Beyliklerinin bu bölgelerin Türkleşmesinde oynadıkları rolün bir benzerini, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkleri de Doğu ve Güney-Doğu Anadolu
bölgelerinde oynamışlardır.
İran ve Irak’a hâkim Moğol İlhanlı Devletinin XIV. yüzyılın içinde parçalanıp dağılması üzerine, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’da iki Türk devleti birden tarih sahnesine çıkmıştır. Bunlardan biri Karakoyunlular, diğeri ise
Akkoyunlular Devletidir. Karakoyunlular, Van gölü kıyısındaki Erciş’i kendilerine merkez edinip, Erzurum-Musul arasındaki sahalara, yani Anadolu’nun
doğu uçlarına yerleşmişlerdir. Akkoyunlular da Diyarbakır merkez olmak üzere Güney-Doğu Anadolu bölgesinde yurt tutmuşlardır.

25 Osmanlı hükümdarlarından Orhan Beyin Karesi Beyliğini ortadan kaldırmasıyla başlayan
Anadolu’da Osmanlı hâkimiyeti altında Türk birliğini kurma ve Anadolu’nun siyasî bütünlüğünü sağlama faaliyeti, Sultan I. Murad, Yıldırım Bayezid, Mehmed Çelebi ve Sultan II. Murad
zamanında devam etmiş, özellikle Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim zamanında
büyük ölçüde tamamlanmıştır. Bu faaliyet, Sultan I. Ahmed’in saltanatı zamanında (1603-1617)
son olarak Ramazanoğulları beylerine ait toprakların ilhak edilmesiyle gerçek hedefine ulaştırılmıştır (1608).
18 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Tamamen Oğuz (Türkmen) boylarına dayanan Karakoyunlu ve Akkoyunlu
Devletleri, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu bölgelerinde, daha önce Dilmaç veya
Toğan Arslan Oğulları, Yınal Oğulları, Danişmendliler, Saltuklular, Artuklular,
Ahlatşâhlar ve Selçuklular tarafından başlatılmış olan Türkleştirmeyi, XV. yüzyıl içinde tamamlayarak, bu faaliyeti gerçek hedefine ulaştırmışlardır. Özellikle
Akkoyunlular, kendilerinden önce hiçbir devlet ve kavim tarafından erişilememiş olan Dersim dağlık yöresine girmişler ve yöreye kuvvetlice yerleşip, buradaki yerli halka hâkimiyetlerini tanıtmışlardır. Ayrıca, Akkoyunlulara bağlı
Harbendelü Türkmen oymakları da, ilk defa Malatya, Dersim ve Çemişkezek
yöresinde yurt tutarak, yörenin Türkleştirmesinde başlıca rol oynamışlardır.
Harbendelü oymaklarının bir kısmı, daha sonra batıya göç edip, Batı Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Bugünkü bir zeybek türküsü ve oyunu olan “Harmandalı”,
hâlâ Harbendelü oymaklarının bir hatırası olarak Batı Anadolu’da zevkle söylenmekte ve oynanmaktadır26
.
Akkoyunluların Doğu ve Güney-Doğu Anadolu bölgelerinde kuvvetlice
yerleşmeleri ve kalıcı kültür eserleri meydana getirmeleri sonucunda, Batılı
gezginler ile Batılı ve Osmanlı coğrafyacıları, Doğu Anadolu bölgesine “Türkmen Ülkesi” adını vermişlerdir27. Zira Türkmenler, XV. yüzyılda, bölgede nüfus
ve kültür hâkimiyetlerini tamamen sağlamış bulunuyorlardı. Meselâ, Türkmenlerin eski yurtlarında, Oğuz-Kıpçak mücadelesi sonucunda (SirDerya/Seyhun/ İnci nehri çevresi) çekirdeği atılmış olan ünlü Dede Korkut Destanları, ilk fetihler sırasında Anadolu’ya getirildiği gibi, buradaki mücadeleler
sonucunda da oluşum safhasını tamamlamış ve bir Türk aydını tarafından yazıya geçirilmiştir. Hatta bu destanlar, XV.-XVI. yüzyıllarda, Kuzey-Doğu Anadolu bölgesindeki Türkmenler arasında canlı olarak yaşamakta olup, halk bilgeleri ve ozanlar tarafından bayramlarda, düğünlerde, şenliklerde (festival) ve
gece sohbetlerinde dile getirilmekteydi.
XV. yüzyılın ikinci yarısından sonra, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın Karakoyunlu hükümdarı Cihângîr’i yenip, devletin merkezini Diyarbakır’dan Tebriz’e taşıması, bölgeden çok miktarda Türkmen’in İran’a göçmesine

26 Sümer, 1959: 14; Gündüz, 1997: 75.
27 Pauthier, 1865: 35, 36 “Cette contrée de l’Asie Mineure, ainsi appelée du nom des Turkomans,
tribus turques qui la conquirent vers le milieu du onziéme siécle” (=XI. yüzyılın ortalarına
doğru Türk boylarının fethettiği Küçük Asya, artık Türkmen Ülkesi diye adlandırılmıştır).
Moule ve Pelliot, 1938: 20; Baykara, 1976: 61 vdd.; Baykara, 1988: 26, 78, 145-150, 154, 156-157;
Koca, 2003: 54. Doğu Anadolu bölgesine Batı kaynaklarında “Turcomanie”, Turquemenie veya
Turkomania” (Türkmen Ülkesi). Türk kaynaklarında da “Bilâd-ı Türkmen” veya “Diyâr-ı
Türkmen” (Türkmen Ülkesi) denmiştir.
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 19
sebep olmuştur. Fakat bu olumsuz durum, bölgeye “Türkmen Ülkesi” olma vasfını kaybettirememiştir28. Zira, Kuzey-Doğu Anadolu bölgesi XX. yüzyılda bile
hâlâ “Türkmen Ülkesi” adıyla anılmaktaydı.
Türk kökenli bir aileden gelen Şâh İsmail’in Türkmen kütlelerine dayanarak, XVI. yüzyılın başlarında, Doğu Anadolu ve İran’a hâkim Akkoyunlular
Devletini yıkarak Safevî Devletini kurması, Anadolu Türklüğü için tam bir felâket olmuştur29. Zira, mezhep ideolojisine dayanan bu devlet, Türkmen kütleleri için daima bir cazibe merkezi olmuştur. Dolayısıyla, bu zamana kadar
İran’dan Anadolu’ya olan Türk göçleri, birden yön ve yer değiştirmiştir. Şâh
İsmail’in yoğun mezhep propagandaları sonucunda, sadece Doğu Anadolu’dan
değil, Batı Anadolu’dan da, özellikle Teke (Antalya) ve Menteşe (Muğla) ellerinden birçok Türkmen kütlesi İran’a göç etmiştir. Bu durum, özellikle Doğu
Anadolu’daki Türk nüfusunu azaltmış ve zayıflatmıştır30. Daha da kötüsü, Şiîlik inancı, İran’ı âdeta bir “demirperde” ülkesi haline getirmiştir. Bu yüzden,
Anadolu Türklüğü ile İran ve Türkistan Türklüğü arasındaki kültür alış-verişi
en az dereceye düşmüştür. Buna rağmen, “Şiîlik demirperdesi”, Azerbaycan
Türkleri arasından çıkmış olan “Âşık Garib, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kanber”
gibi halk hikâyelerinin Anadolu’da yayılmasına ve XVII. yüzyıldaki ünlü Celâlîlerden biri olan “Köroğlu”nun da İran ve Türkmenistan Türklerinin millî destan kahramanları olmasına engel olamamıştır31
.
Akkoyunlu Türkmen Devletinin merkezini İran’a alması ve bunun arkasında da İran’da mezhep ideolojine dayanan Safevî Devletinin kurulması, Doğu
ve Güney-Doğu Türklüğünü nüfus bakımından zayıflatmışsa da bölgedeki
Türk varlığını tamamen ortadan kaldıramamıştır. Bölgede kökleşmiş olan Türk
varlığı Memlûklu ve Osmanlı hâkimiyeti dönemlerinde de kuvvetli bir şekilde

28 Sümer, 1959: 14.
29 İran, Şâh İsmail’den itibaren 1925 yılına kadar hep Türk hanedanları (Safevî, Afşar, Kaçar)
tarafından idare edilmiştir. İran’da, Farsların devlet kuramaması, aksine Türklerin devlet
kurması, Anadolu Türklüğünün tamamen aleyhine olmuştur. Zira, Şiîlik örtüsü altında Fars
kültürü, bu ülkede Türk dilini yok edemediyse de, Türklerin duygu ve inançlarını büyük ölçüde değiştirmiştir. Onları, âdeta Türkçe konuşan Farslar haline getirmiştir. Daha da kötüsü,
onların Anadolu’ya olan göçlerini tamamen durdurmuştur. Üstelik, yazı dilinde İran ile Anadolu Türkleri arasındaki birliği ve bağı da koparmıştır. İran’daki Türk hanedanlarının zararları
bununla da sınırlı kalmamıştır. Onlar, özellikle Orta Asya Türkleri ile Anadolu Türkleri arasına âdeta bir demir perde çekerek, kültür ve nüfus akışını daima engellemişlerdir. Osmanlı
Devleti, çok uğraşmasına rağmen bu İran engelini ortadan kaldırıp, Orta Asya yolunu açamamıştır. Kanaatimizce Osmanlı Devleti, batıda heba ettiği büyük gücünü doğuda kullanmış olsaydı, Türklüğün bugünkü durumu tamamen başka olabilirdi.
30 Bu hususta geniş bilgi için bkz. F. Sümer, Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976.
31 Sümer, 1993: IV, 10.
20 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
kendisini hissettirmiştir. Bu durumu Memlûklu ve Osmanlı dönemlerinin kaynakları açıkça ortaya koymaktadır. Meselâ, Urfa’nın kuzey doğusundaki yöreler Oğuzların “Döğer” oymakları tarafından yoğun bir şekilde iskân edilmiştir
ki, Memlûkler devrinde bu yerler onların kendi boy adlarıyla, yani “Döğerlü”
adıyla anılmaktaydı32. Ayrıca bu yöreye “Bayındır, Kınık, Beydili ve Afşar” gibi
Oğuz boylarından da bir çok oymak daha gelip yerleşmiştir. Tarihçi Naima’nın
verdiği bilgiye göre de, Osmanlı devrinde Diyarbakır ile Halep arasındaki en
güzel yaylaklar, tamamen “Beydili” oymakları tarafından tutulmuştur33
.
Doğu ve Güney-Doğu Anadolu bölgesindeki Türk topluluklarının yerleşmesini ve Türk kültürünün hâkimiyetini, yine bölgedeki tarihî yer adları da
dolaylı olarak desteklemektedir. Meselâ, bu bölgelerde “Türkmen veya Türkân”
(Diyarbakır), “Karkın-dere” (Diyarbakır), “Karakeçi” (Siverek), “Kanlı-avşar” (Urfa), “Döğer” (Urfa), “Salur” (Karacadağ), “Kınık” (Ahlat), “Türkmen-deresi”
(Mardin) “Harezmî veya Harezm” (Mardin, Urfa), “Çekil/Çiğil” (Diyarbakır), “Halaç” (Van), “Çarugî/Çaruklu” (Diyarbakır), “Kanglı Madrabı” ve “Bismil/Basmıl”
(Diyarbakır) gibi Oğuz boylarının ve Türk topluluklarının adını taşıyan bir çok
yer ismi bulunmaktadır34. Türk kültürünün hatırasını üzerinde taşıyan bu yer
adları, bölgedeki bugünkü Türk etnik yapısının da hâlâ en açık delillerini oluşturmaktadır. Ayrıca, ilk Türkmen Beyliklerinin kurulmasından itibaren kaynaklarda geçen “Koçhisar, Yarukiyye35, Sökmen-âbâd, Akça-kale, Alıncak, Akça-hisar,
Sürmeli, Viranşehir veya Örenşehir, Ovacık, Karahan, Kara-taş, Gölcük, Bademlü (Ergani), Ak-ziyaret, Şeyh Künbedi, Karçuk” gibi köy ve kasaba adları, “Tarman dağı,
Aladağ, Gümüş-tepe, Bulanık Dere, Balıklı Göl, Karaman Suyu (Ab-ı Karaman=Batman Suyu), Murat, Aksu, Türkmen-deresi, Esen Dere” gibi dağ, göl ve
akarsu adları ile “Karaca-dağ, Sultan Yaylak, Uyku Pınarı, Ağa Deve, Ak-kaya Bingöl, Pamuklu, Akma-taş, Kara-köprü, Karaman köprüsü (cisr Karaman), Karamağara, Demir-köprü, Devegeçidi, Deveboynu” gibi Türkçe ve Türkçeleşmiş yöre
ve mevki adları da Doğu ve Güney-Doğu Anadolu bölgelerindeki Türkleşmeye
bütün yönleriyle tanıklık etmektedir36
.

32 Sümer, 1972: 254.
33 Sümer, 1972: 299, 302 vd.
34 Gökalp, 2007: 623 vd., 626, 633; Sezen, 2006; Turan, 1973, 128. “Salur, Çaruklu, Kanglı, Halaç,
Çiğil ve Basmıl” gibi Oğuz boyları ve Türk toplulukları, Harezmşâhlar hükümdarı Celâleddîn
Mengüberti ile Doğu Anadolu’ya gelip yerleşmişlerdir.
35
 “Yarukiyye”, Selçuklu devrinin ünlü Türkmen beyi Artuk’un oğullarından Alp Yaruk adına
izafeten kurulmuş bir kasabadır.
36 Turan, 1973: 129, 239 vd.
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 21
Güney-Doğu Anadolu bölgesindeki bu kuvvetli Türk kimliği ve kültürü,
daha sonraki dönemlerde kısmen de olsa kendisini koruyamamıştır. Bölgedeki
Oğuz boylarına ve Türk topluluklarına mensup bazı bölükler, zamanla dillerini
ve kimliklerini yitirmiştir. Meselâ, büyük Türk sosyologu Ziya Gökalp’in tespitlerine göre, Diyarbakır’ın Karacadağ yöresinde oturan “Türkân” aşiretinin bütün fertleri Oğuzların “Beydili” boyuna mensup olduklarını bilmelerine rağmen,
bunlar zamanla kendi dillerini unutmuş olup, bugün Kürtçe konuşmaktadırlar.
Siverek’teki “Karakeçi” aşireti de Osmanlı Devletini kuran “Kayı boyu” ile akraba
olduğu halde, bu Türkmen kütlesi de Türkçe’yi unutmuştur. Aynı şekilde Urfa
yöresindeki “Döğer ve Beydili” oymakları da kendi dillerini kaybetmişlerdir.
Halbuki, Suriye’nin Carablus ve Rakka kentlerinde yaşayan “Döğer ve Beydili
oymakları” kendi dilleri olan Türkçe’yi korumuştur. Yine Siverek’teki “Bucak
aşireti” de Türkçe’yi unutmuş durumdadır. Bu aşiretin Suriye’nin Lazkiye kentine bağlı “Bucak ve Bayır” kasabalarındaki akrabaları ise, hâlâ Türkçe konuşmaktadır37. Bu hususta yapılacak geniş bir araştırma, hiç kuşkusuz bu örnekleri
daha da artıracaktır. Böyle bir araştırma da, tarihî gerçekleri ortaya çıkarmak
için sadece ilmî değil, aynı zamanda millî bir görev olacaktır.
2.Türklerin Anadolu’ya Yerleşmeleri ve Nüfus Hâkimiyetini Sağlamaları
“Bir iklimin (ülke) manzarası,
mimarisi ve halkı arasında halis
ve tam bir ahenk mevcutsa, orada
gözlere bir vatan tablosu görülür”.
Yahya Kemal Beyatlı
Türkler Anadolu’ya gelmeden önce, özellikle Roma ve Bizans dönemlerinde, bu ülkede pek çok şehir ve kasaba vardı. Fakat, bu şehirlerin ve kasabaların
birçoğu, askerî garnizon özelliğinde idi. Daha doğrusu, bu şehirler ve kasabalar, başlangıçta birer askerî garnizon (castron=kale-kent) olarak kurulmuşlardı.
Bu özelliklerini de sonuna kadar korumuşlardır. Dolayısıyla bunların hiçbiri
gerçek anlamda bir şehir değildi. Meselâ Afyon (Karahisar-ı Sahib veya
Karahisar-ı Devle), Sivrihisar (Seferihisar)38
, İncehisar39, Şebinkarahisar (Karahisarı Kögonya veya Şapın Karahisar)40
, Hasankeyf, Adıyaman, Harput gibi şehirler ve

37 Gökalp, 2007: 623 vd.
38 Bugün Eskişehir iline bağlı Sivrihisar ilçesi.
39 Bugün Afyon iline bağlı İncehisar ilçesi.
40 Bu gün Anadolu’da “karahisar” adıyla Selçuklu devrinden kalma daha birçok kale-kent bulunmaktadır. Bunların adları şöyledir: “Karahisar-ı Behramşâh” (Bugün Yozgat ili Akdağmadeni ilçesine bağlı Karamağara köyü). “Karahisar-ı Yavaş veya Nevas” (Bugün Konya ili Karapınar ilçesine bağlı Karahisar köyü). “Karahisar-ı Demirlü” (Bugün Çorum ili Alaca ilçesine
22 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
kasabalar, başlangıçta birer kale-kent olarak kurulmuş ve içine garnizon yerleştirilmiş yerler idi. Türkler, askerî garnizon olarak kurulmuş bu yerleri, bazen
yarı Türkçe “karahisar”, bazen de tamamen Arapça “hısn (kale, korunan yer)”
sözüyle anmışlardır. Meselâ, diğer Müslümanlar gibi Türkler de Hasankeyf’e
“Hısn-ı Keyfâ”, (Keyfâ kalesi), Adıyaman’a “Hısn-ı Mansur” (Mansur kalesi),
Harput’a da “Hısn-ı Ziyad” (Ziyad kalesi) demişlerdir.
Burada özellikle belirtmeliyiz ki, Bizans’ın “castron” dediği “kale-kent”lere,
Türklerin “karahisar” demiş olmaları, bir tesadüf sonucu değildir. Bu, tamamen
Türk kültürüne uygun bir şekilde ve bilinçli olarak yapılmış bir isimlendirmedir. Çünkü, Türklerin anlayışına göre, bu yerler, hâkimiyeti ve gücü temsil etmekteydi. Türkçe’de hâkimiyeti ve gücü ifade eden kavram da “kara” idi41. Meselâ Karahanlılar Devletinde “han” unvanının başına “illig (devlet sahibi), buğra, kılıç, arslan” şeklinde kelimeler getirilip, “İllig Han, Buğra Han, Kılıç Han,
Arslan Han” unvanları yapıldığı gibi, “güç, kuvvet, kudret” anlamında “kara”
sıfatı da getirilerek “Kara Han” unvanı da yapılmıştır. Bu duruma göre, “Kara
Han”, güçlü, kuvvetli, kudretli hükümdar demektir. Türk kültürünün “karakış”
(kışın en soğuk zamanı), “karasu” (kaynağı bol ve gür olan su), “karabuğra”42
,
“karatoprak”, “karabasan” (ağırlık, kâbus), “karasevda”, “karabelâ” gibi kelimeleri
de hep aynı anlayışla söylenmiştir43. Tıpkı bu örneklerde olduğu gibi, Selçuklu
devri Türk’ü de, Anadolu’da Bizans’tan aldığı veya kendisinin inşa ettiği kalekentlere de, “karahisar” (kuvvetli kale) adını vermiştir. Bu da gösteriyor ki,
Türkler, tâ başından itibaren Anadolu’daki Bizans kültürünü tamamen silip,
kendi kültürlerini hâkim kılmak istemişlerdir.
Anadolu’da, Roma ve Bizans dönemlerinde genellikle askerî garnizon olarak kurulmuş olan yerlerin şehirlere dönüştürülmesi44, eski şehirlerin gelişti-

bağlı Kalehisar köyü). “Karahisar-ı Teke (Bugün Antalya ili Serik ilçesine bağlı Yanköy).
“Karahisar-ı Develi” (Bugün Kayseri iline bağlı Yeşilhisar ilçesi). “Karahisar-ı Osmancık” (Bugün Çorum iline bağlı Osmancık ilçesi). “Hamam Karahisar” (Bugün Eskişehir ili Sivrihisar ilçesine bağlı Hamam Karahisar köyü).
41 “Kara” sözünün Türk kültüründe “güç ve kuvvet”ten başka birçok anlamı daha bulunmaktadır. Meselâ, Türkler, kuzeyi “kara” kelimesiyle ifade etmişlerdir. “Karayel” (kuzey batıdan
esen rüzgâr), “kara deniz” (kuzeyde bulunan deniz) gibi. Eski Türkler, idarecileri, yani beyleri
“ak bodun” olarak vasıflandırırken, halka da “kara bodun” demişlerdir. Onlar, ayrıca, mezara
da “karayer” adını vermişlerdir.
42 Türkler, büyük ve güçlü mancınıklara “karabuğra” adını vermişlerdir.
43 Bugün Anadolu’da “kara” kelimesi ile yapılmış 1039 adet köy ismi bulunmaktadır ki, bunların
büyük bir kısmı “güç, kuvvet, kudret” anlamını ifade etmektedir. (Köylerimiz, 1982: 310-333).
44 XIV. yüzyıl şairlerinden Erzurumlu Mustafa Darir, Türklerin Anadolu’daki kale-kentleri geliştirip şehre dönüştürmelerini, yaptığı bir benzetmede şöyle belirtmiştir: “-Söylemişdür Darir
Türki dilin. –Sec’ini (kafiye) Şi’rine şi’ar (alâmet, işaret) itmiş. –Tercüme kıldı ne ziyan itti. –Bir
hısn kal’a-y-ıdı şar (şehir) itmiş”.
TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 23
rilmesi ve birçok yeni yerleşim yerinin kurulması gibi faaliyetler, özellikle Türklerin bu ülkeyi fethetmelerinden ve buraya yerleşmelerinden sonra Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bilindiği gibi, Türkler, Malazgirt zaferinden sonra 15-20 yıl gibi kısa bir süre içinde Anadolu’nun büyük bir kısmını fethetmişlerdir. Fakat, mesele Anadolu’yu fethetmekle bitmemiştir. Zira, bir ülkede hâkimiyetin kalıcı ve devamlı olabilmesi için sadece askerî güç ve üstünlük yeterli olmamaktadır; aynı zamanda iyi işleyen
idarî teşkilâtlar kurmak, yerleşmek ve kalıcı kültür eserleri meydana getirmek de gerekmektedir. Bunun için Türkler, Anadolu’nun İznik, Konya, İzmir, Kayseri, Çankırı, Sivas, Niksar, Tokat, Malatya, Erzincan, Divriği, Şebinkarahisar, Erzurum,
Bayburt, Ahlat, Harput, Bitlis, Diyarbakır, Mardin, Hasankeyf, Silvan gibi şehirlerinde ilk devletlerini ve beyliklerini kurup, idarelerini oluştururlarken, aynı
şehirlerde yerleşmeye, şehir hayatına geçmeye ve kalıcı kültür eserlerini meydana getirmeye de başlamışlardır.
Türkler, Anadolu’ya hem konar-göçer topluluklar halinde, hem de yerleşik
hayata geçmiş ve şehir kültürüne sahip insanlar olarak gelmişlerdir45. Yerleşik
hayata geçmiş unsurlar, genellikle ele geçirilen eski şehirlerin hemen yanı başlarında yerleşerek, önceki hayatlarındaki mesleklerini ve faaliyetlerini sürdürmeye çalışmışlardır. Konar-göçer unsurlar ise, genellikle hayat tarzlarına uygun
gördükleri sahalara, yani yaylalara, vadilere, otlaklara ve sulak ovalara, dere46
ve orman kenarlarına yerleşmişlerdir. Bunlar da, önceki hayatlarındaki geçim
vasıtaları olan besiciliğe devam etmişlerdir.
Bilindiği gibi, Selçuklu beyleri, Türkiye Selçuklu Devletini İznik merkez
olmak üzere Kuzey-Batı ve İç Anadolu’da kurmuşlardır. Dolayısıyla Türklerin
Anadolu’da ilk yerleştikleri şehirlerin başında İznik gelmekteydi. Fakat onlar,
İznik’i I. Haçlı Seferi sırasında (1097), Bizans’a kaptırarak, Konya merkez olmak
üzere İç Anadolu’ya çekilmek zorunda kalmışlardır. Selçuklu beyleri, bundan
sonra bütün güçlerini ve enerjilerini, İç Anadolu’daki harap vaziyette olan şehirleri geliştirme (imar etme) ve hâkimiyetlerini buradan diğer yerlere yayarak,
tüm Anadolu’yu Türkleştirme faaliyeti üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bunun

45 Sümer, 1960, 567-594.
46 “Derebey” sözü, büyük bir ihtimalle Anadolu Türk konar-göçerlerinden kalma bir deyim olmalıdır. Bu deyim, Farsça “derre” (dere, çay, akarsu) ile Türkçe “bey” kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, dere kenarında kışı geçiren oymağın başındaki beye
“derebeyi” denmiştir. Bu deyimin, Batı dillerindeki, “feodal” kelimesinin karşılığı olarak kullanılması ise, hiç de isabetli olmamıştır. Zira, Türk derebeylerinin (oymak beyleri) ne şatoları,
ne de büyük toprakları ve karın tokluğuna çalışanları vardı.
24 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
için onlar, İznik’ten sonra kendilerine merkez (dârü’l-mülk=başkent) olarak
seçtikleri Konya’dan işe başlamışlardır.
Konya, Türkiye Selçuklu Devletinin kurcusu I. Süleyman-şâh tarafından ele
geçirildiği zaman (1074), bin veya bin beş yüz kişi civarında nüfusu olan küçük
ve sönük bir İç Anadolu kasabasıydı. Etrafı, surlarla çevrili idi. Fakat, bu surların bakım ve tamiri uzun süreden beri ihmal edilmişti. Bu yüzden de bir çok
yeri yıpranmış, yıkılmış ve harap bir durumdaydı. Yerli halk, surlarla çevrili
olan bugünkü Alâeddîn tepesi ve çevresinde oturuyordu. Yerli halkın bir kısmı,
Türk fetih geleneklerine uygun olarak ve güvenlik sebebiyle “taşra”ya (şehir
dışına) sürülmüş olup, yerine de Türk nüfusu yerleştirilmişti47. Ayrıca, şehrin
ve yörenin güvenliğini sağlamak üzere Konya’nın batı kısmında bulunan
Gevâle kalesine bir garnizon yerleştirilmişti. Sultan I. Kılıç Arslan, devletin ilk
merkezi İznik’i Bizans’a kaptırınca, Konya ve çevresine çekilmek zorunda kalmış; fakat doğudaki yoğun faaliyetleri dolayısıyla Konya’da uzun süre oturma
fırsatı bulamamıştı. Konya’nın dâimî bir hükümet merkezi oluşu ise, Isfahan’da
tutuklu bulunan I. Kılıç Arslan’ın oğlu Şâhinşâh’ın kaçmak suretiyle gelip, 1110
tarihinde Selçuklu tahtına çıkmasıyla başlamıştır. I. Mesud, kardeşi
Şâhinşâh’tan iktidarı devraldıktan sonra (1116), ilk kasabanın yerleşim yeri olan
Alâeddîn tepesi ve çevresinde kale, cami, saray, hükümet daireleri, konut, hamam ve
türbe gibi birçok medenî eser inşa ettirerek, şehrin çehresini büyük ölçüde değiştirmiştir. Sultan I. Mesud’dan sonra gelen Selçuklu sultanları da, bu eserleri,
genişletmişler, tamamlamışlar ve bunlara yenilerini eklemişlerdir48
.
XII. yüzyılın ikinci yarısından sonra İç Anadolu’nun çehresi tamamen değişerek,
tam bir Türk-İslâm ülkesi görünümü almıştır. Meselâ, Türk-İslâm eserleriyle parlak
bir hükümet merkezi haline gelmiş olan Konya, bu değişikliğe her yönüyle tanıklık etmektedir. Zira, Sultan II. Kılıç Arslan’ın son zamanlarına rast gelen III.
Haçlı Seferi sırasında (1189), Haçlı yazarlarının yakından gördükleri Konya,
Almanya’nın Köln şehri gibi büyük bir şehir idi49. Şehrin etrafı, Türk nüfusun
meyve ve sebze bahçeleriyle çepeçevre sarılıydı. En büyük bahçe, Sultan II. Kılıç Arslan’a aitti. Bugün Meram adıyla anılan bu bahçenin içinde Sultana ait iki
saray bulunuyordu50. XII. yüzyıl içinde şehre, İslâm ülkeleri üzerinden devamlı
yeni Türk kütleleri gelip yerleşmiştir. Yeni gelen nüfusun bir kısmı hemen
Konya’ya yerleşirken, diğer kısmı da Konya çevresinde yeni köyler kurarak,

47 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar