OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN ÇÖKERTİLDİĞİ SİSTEMLE TÜRKİYE ÇÖKERTİLDİ
There were no accurate differences among states in terms of civilization, culture
and technology at the medieval age whose economy was based on agriculture and cattledealing and whose ideology was based on religion. At this environment, Ottoman Empire
was a first and superior among equals for its some properties. Thus are 1- an
understanding of obedience to its rulers whose power derived from god, 2- the logic of I
believe, therefore I am, 3- the understanding of justice is a mainstay of the state, 4- the
Land System, 5- Kapıkulu (sultan’s bodyguard) system, 6- nation system. Ottomans were
established a great empire over three continents based on the principles that were stated
above. However, the understanding, logic and the system that were stated above were
began to corrupt starting from 17th century. At the same age, while Europe began to
create its own modern age, contrarily Ottomans was about to be dragged into the
conditions of Medieval age from its classical age. Even though Ottomans aware its own
situation, they were middle of its own past and Europe. They could not be able to turn
∗
Bu makale, Sakarya Üniversitesi’nde düzenlenen Kuruluş ve Çöküş Sürecinde Türk
Devletleri Sempozyumu’na (05-06 Kasım 2007) bildiri olarak sunulmuştur. ∗∗ Prof. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Başkanı.
2 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
back its past nor resemble to the Europeans, nor they could create an alternative way for
themselves. Therefore, the Ottomans could not escape from being collapsed.
Keywords: Ottoman State, Timar, Kapıkulu, Golden Age, Collapse.
Giriş
Osmanlı devleti Ortaçağ şartlarında kurulmuş ve gelişmiştir.
İlk çekirdeği 1299’da kurulan Osmanoğulları Beyliği’dir. Beylik
Rumeli’de ve Anadolu’da genişleyerek Osmanlı Devleti’ne, 1453’te
İstanbul’un fethiyle arkasından gelen Yavuz ve Kanuni devrinde de
Osmanlı İmparatorluğu’na dönüştürülerek, Cihan devleti (Büyük dünya
gücü) haline getirilmiştir. Yaklaşık 350 yıllık bu dönemde, Osmanlı
Devleti çağdaşı olan Avrupa devletleri ile, bazı önemli farklar olsa da
hemen hemen benzer şartlar altında bulunuyordu. Her iki tarafta da
emeğe dayalı, coğrafi şartlara ve zamana bağlı tarım ekonomisi(tarımhayvancılık) geçerli idi. İdeoloji olarak Avrupa’da Hıristiyan dini,
Osmanlılarda ise İslam dini hakimdi. Ancak, Avrupa bu dönemde
kilisenin, skolastik düşüncenin, feodalitenin baskısı altında
kalıplaşmış ve kapalı bir sistem içinde yaşarken, Osmanlı o günün
şartlarına ve Avrupa’ya göre yüzü dünyaya dönük ve daha dinamik
bir sisteme sahipti. Nitekim bu özelliğiyle siyasî, idarî, askerî, ilmî,
soysal bakımdan hızla gelişmiş ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında
müesseseleşerek klasik çağına erişmiştir. Böylece Osmanlı “bundan iyisi
can sağlığı” öz deyişinde olduğu gibi kendisinin mükemmeli
yakaladığına inanmış ve bu inançla da hedefini “mevcudu muhafaza
etmek” düşüncesiyle sınırlamıştır. Aynı dönemde Avrupa, mevcut
sisteminin kabuklarını kırarak, yeni ve farklı bir sistem gayreti içine
girmekteydi. Başka bir ifade ile Osmanlı hedefe vardığını
zannettiğinde ve mola vermeye değil olduğu yerde kalmaya karar
verdiğinde henüz Avrupa kendi içinde kendi alternatifini çıkarmak
için yeni harekete geçiyordu. İki sistem arasındaki en önemli fark
Osmanlının statik, Avrupa’nın da dinamik oluşu idi.
A-OSMANLI DEVLETİ’NİN YÜKSELİŞ DİNAMİKLERİ
Osmanlı Devleti’ni 1299-1600 tarihleri arasında beylikten alıp
müesseseleşmiş bir imparatorluk haline getiren dinamikleri genel olarak
aşağıdaki şekilde sıralamak mümkün görülmektedir.
1-Ulû’l-Emre İtaat Anlayışı
Ulû’l-emr, halife-sultan ve onun vekilleri anlamına
gelmektedir. Ulû’l-emre itaat ise, halife-sultana ve onun askerî-sivil
memurlarına, kısaca devletin emirlerine itaat etmektir. Osmanlı
Devleti’ndeki Müslümanlar dinî inançları gereği dinî hiyerarşinin en
yüksek tepesinde olan Halife’ye, dünyevi ihtiyaçlarının gereği de en
yüksek otoriteyi temsil eden devletin başında bulunan Sultana (Padişah)
Bayram KODAMAN 3
itaat etmeyi hem dinî hem de dünyevî bakımdan kutsal görev bilmiştir.
Fert varlık sebebini, “itaat ediyorum o halde varım” derecesinde devlete
ve halife-sultana bağlılığında görmüştür. Bu zihniyet ve anlayış birliği
beraberliği ve düzeni sağlama bakımından Osmanlı’ya önemli bir
potansiyel güç sağlamıştır. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözünde
olduğu gibi devlete büyük önem atfedilmiş olup, dolayısıyla ulû’l-emre
itaatin devleti ayakta tutacağı, itaatsizliğin de devleti ortadan kaldıracağı
anlayışı söz konusudur.
2-İnanıyorum O Halde Varım Anlayışı
Osmanlı toplumunda ideoloji İslam dini olduğundan inançiman hem dünyevi hem de uhrevi hayatın esasını teşkil etmektedir. Bu
itibarla dinin ve din adamlarının öngördüğü hazır bilgiler fertler için
mutlak hakikatin ifadesidir. Bu çerçevede yaşamak, hayatı düzenlemek
ve sürdürmek en ideal bir hayat tarzı olarak kabul edilmekteydi.
“İnanıyorum o halde varım-yaşıyorum” anlayışı, toplumun
halife ve ulemanın etrafında ve arkasında toplanmasını ve onlara
inanmasını sağlıyordu. Bu potansiyeli halife ve ulema siyasi ve idari güce
dönüştürerek, amaçları için seferber etme imkanını buluyorlardı. Nitekim,
bu anlayışa dayanarak müslüman halk halife tarafından cihad için sancağı
şerif altında toplanmaya davet ediliyordu. Halk da “din-ü-devlet” uğruna
“ölürsem şehit, kalırsam gazi olurum” inancıyla cihada çıkıyordu. Bu
ruh Osmanlının en önemli manevi gücünü oluşturması bakımından devlet
tarafından daima canlı tutulmaya çalışılmıştır.
3-Adalet Mülkün Temelidir (Devletin Temeli Adalettir)
Osmanlı Devleti adaleti, sisteminin hem hareket noktası olarak
almış, hem de sisteminin merkezine koymuştur. Bunun için “adalet
mülkün temelidir” ilkesi yönetim anlayışının veciz bir ifadesi olarak
zihinlere yer etmiştir. Bizans İmparatorluğunun ve Balkanların anarşi
içinde olduğu bir dönemde Osmanlı fütuhatının hızla ilerlemesinde ve
sınırlarının genişlemesinde Osmanlı adaletinin önemli bir rol oynadığı
tarihçiler tarafından kabul edilen bir husus olduğu bilinmektedir.
Osmanlı, Avrupa’nın aksine, temel hedefleri arasına üretim,
para, hürriyet, eşitlik kavramlarından ziyade “adalet” kavramı
koymuştur. Zira, o devirdeki şartlar altında toplumların veya fertlerinin
en önemli ihtiyacı adaletti. Bu itibarla siyaseten nizam-ı alem (dünya
nizamı) peşinde olan Osmanlının kendi dünya düzenini cazibe merkezi
haline getirebilmek için adalet vaad etmesi ve devletin var oluş sebebini
adalete dayandırması fevkalâde anlaşılır bir durumdur. Dolayısıyla şeriat
kanunlarıyla ve örfi kanunlarıyla imparatorluk dahilinde adaleti temin
etmeye öncelik veren Osmanlı Devleti’ni despotlukla nitelendirmek pek
mümkün görülmemektedir. Çünkü despotik bir devletin 600 yıl gibi uzun
4 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
bir zaman yaşaması ihtimal dâhilinde bile değildir. Gayr-i müslim
cemaatlerin dahi pek çok konuda kendi cemaat mahkemelerini değil de
Osmanlı mahkemelerini tercih etmeleri, Osmanlının adalet üzerindeki
hassasiyetini göstermesi açısından manidardır.
Osmanlı kanunlarına göre ülkenin-toprağın sahibi padişahtır;
reaya ise kendi güvenliğini- refahını sağlamakla yükümlü olan padişahın
teb’asıdır. Bu anlayışla, padişahın izni olmadan herhangi bir kimsenin ve
yerel otoritenin toprak ve köylü üzerinde hakimiyet kurması ve tasarrufta
bulunması, dolayısıyla adaletsiz davranması engellenmiş oluyordu1
.
Adalet sadece devletin temeli değil, aynı zamanda da dinin
esası idi. Nitekim, adalet teşkilatının tepesinde Şeyhülislam bulunuyordu.
Şeyhülislamın altında Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri, bunlara bağlı ise
Eyalet kadıları (Büyük Molla), Sancak kadıları (molla), kazalarda kadı,
nahiyelerde ise naipler görev yapıyordu. Bu kişilerin hepsi de ilmiye
sınıfına dahil olup, medreselerin en yüksek kısmından mezun kimselerdi.
Osmanlıdaki, şer’i mahkemeler, aleni yani şeffaf olup, her türlü
hukukî ve cezaî anlaşmazlıklara bakmaya yetkili idi. Her davada
kadıların yanında istişare edebileceği beş-altı kişiden oluşan bir bilirkişi
heyeti (jüri) yer alıyordu. Kadı, kararları hakkında müftülere de
danışabilirdi. Gayrimüslimler davaların kendi mahkemelerinde çözme
hürriyetine sahipti. Buna rağmen bazı hallerde kadılara ve müftülere
başvurdukları bilinmektedir. Bu da, şer’i mahkemelerin halkın nazarında
itimat ve güvene sahip olduğunu göstermektedir.
Osmanlı hukuk anlayışında “zamanında yerine getirilmeyen
adalet adaletsizlik” sayıldığından, davalar çok çabuk ve hızlı karara
bağlanıyordu. Yanlış karar veren kadı terfi ettirilmez, rüşvet almış ise
görevden atılıyordu. Kararlara itiraz davaları ise, kazaskerler veya en son
merci olan Divan-ı Hümayun (Bakanlar Kurulu) tarafından karara
bağlanıyordu.
Osmanlı Devletinde adalet, hem devletin temeli hem de dinin
esası olduğundan eşitlik ilkesini de yerine getirmesi bakımından müslim
ve gayrimüslim cemaatlerin güvenini kazandığı gibi, Avrupa’da da haklı
bir şöhrete sahip olmuştur. Dolayısıyla Osmanlı’nın yükselmesinde adalet
anlayışının önemli bir rol oynadığı mutlaka dikkate alınması
gerekmektedir.
Osmanlı XVII. yüzyıla kadar idarî, siyasî, iktisadî, içtimaî
gücünü, istikrarını ve düzenini, kendi teb‘asını devlete, cemaatlere ve
diğer fertlere karşı koruyan ve her türlü uyuşmazlığı halleden, üretimi,
tüketimi, dağıtımı nizama koyan gelenekselleşmiş ve kurumsallaşmış
şer’i ve örfi hukuk ve adalet anlayışına borçludur.
1
Ahmet Tabakoğlu, İktisat Tarihi, İstanbul, 2005, s. 79.
Bayram KODAMAN 5
4-Tımar Sistemi (Toprak Düzeni)
Bilindiği üzere, 18.yüzyılın ikinci yarısında başlayan sanayi
devrimine kadar devletler ve fertler için sermayenin, hakimiyetin, gücün,
kudretin, zenginliğin vazgeçilmez kaynağı topraktır. Sanayi devriminden
önce kimin toprağı geniş, verimli ise, kim topraktan daha çok istifade
edebiliyor ve toprağı daha iyi işletebiliyor ise, o devlet veya kişi daha
güçlü, daha zengin, daha hakim duruma gelebiliyordu. Bu bakımdan
devletler daima daha geniş ve verimli topraklar elde edebilmek için
fütuhat yapmayı hayat tarzı haline getirmişlerdir. Fütuhat devletlere
sadece toprak kazandırmıyor, aynı zamanda krallarına- padişahlarına,
toplumlarına şan, şöhret, prestij ve el emeği kazandırdığı gibi dinine,
ideolojisine, kültürüne,diline, töresine üstünlük de sağlıyordu.
Dolayısıyla, her devlet gibi Osmanlı Devleti de bu anlayış çerçevesinde
hareket ederek, toprak fütuhatına girişmiş ve büyük bir imparatorluk
kurmuştur.
Osmanlı Devleti sahip olduğu toprakları, İslamî hukuk
kaidelerine göre beş kısma ayırmıştır.2
a-Arazi-i memlûke (mülk arazi): Bu tür araziler şahısların
mülkiyetinde idi. Mülk sahipleri arazilerini istedikleri gibi kullanmakta
serbestiler.
b-Arazi-i metruke: Köy ve kasaba halkının ortak kullanımına
ve istifadesine bırakılmış meralar, yollar, pazar yeri yaylak-kışlaklardır.
c-Arazi-i mevat: İşlenmeyen ve hiç kimsenin mülkiyet ve
tasarrufunda bulunmayan arazilerdir.
d-Arazi-i mevkufe: Vakf edilmiş vakıf arazileridir.
e-Arazi-i emiriyye: Mülkiyeti devlete ait arazilerdir.
İmparatorluk topraklarının en önemli ve büyük kısmını teşkil etmekteydi.
Tımar sistemi bu araziler için söz konusu idi.
Topraklar tımara verilmek ve kontrol altında tutulmak için
önce tahrir yapılır yani mufassal defterlere yazılırdı. Bu yazım sonunda
her köyün ödemesi gereken vergi miktarı tahmini olarak belirlenir. Sonra
icmal defteri denilen ikinci bir deftere arazinin has, zeamet ve tımar
olarak dağılımı yazılırdı. Vezir ve beyler için ayrılan haslar çıktıktan
sonra geri kalan araziler zeamet ve tımar olarak dağıtılırdı
3
.
2 Mufassal Osmanlı Tarihi, İstanbul 1959, s. 1537. 3
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), (çev. Ruşen Sezer),
İstanbul, 2004, s. 112-113.
6 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
Devlet arazisinin en dikkate değer kısmı tımar idi. Küçük
toprak parçalarından ibaret olup, devlet arazilerinin en büyük bölümünü
bu tımarlar oluşturuyordu.Tımar sisteminin esası ne idi? Tımar
sistemiyle, toprak veya arazi üzerinde devlet- sipahi- köylünün (reaya)
hakları ve toprakla ilişkileri düzenlemekteydi. Devlet toprağın sahibidir.
Her türlü yetki devlete aittir. Sipahi ise, devlet adına araziyi kontrol
etmekte, bir nevi arazinin memuru ve tahsildarı görevini yerine
getirmekte idi. Köylü de tımar arazisini ekip-biçen yani toprağı işleyen
üretici durumunda idi. Tımar sahibi sipahi, araziyi devlet adına idare
ederken sadece bekçi ve vergi memuru durumunda değildi. Ayrıca,
orduya tam teçhizatlı (At, yay, kılıç, mızrak, kalkan) asker hazırlamakla
görevli idi. Her üç bin akçelik tımar geliri için bir asker beslemek
zorunda idi4
.
Tımar sistemi ile devlet şu avantajları sağlıyordu: Önce
toprağın düzenli ve adil bir şekilde işlenmesini ve düzenli üretim
yapılmasını sağlıyordu, ikincisi, düzenli bir vergi sistemi ile devlete gelir
temin ediyordu. Üçüncüsü orduya masrafsız asker yetiştiriyordu. Sipahi
vasıtasıyla köyde asayişi ve emniyeti yani kamu düzenini koruyordu.
Tımar sisteminde, devletin, sipahinin ve köylünün hak ve
ödevleri kanunnâmelerle en ince teferruatına kadar belirlenmiş idi. Bu
itibarla 18. yüzyıla kadar gayet iyi işlemişti. Bu sisteme göre her köylüye
sadece işleyebileceği kadar toprak, oturabileceği bir ev veriliyordu.
Ayrıca köylünün güvenliği sağlanıyordu. Dolayısıyla köylünün işsiz,
topraksız, evsiz kalması ve haksızlığa uğraması söz konusu değildi. Bu
itibarla köylü; devlet-padişah-sipahi üçlüsüne tam sadakat ve tam itaat
göstermek durumunda idi. Varlık sebebi ve hayat garantisi devlet
oluyordu. Köylü bundan memnun idi. Ancak, işlediği toprak sınırlı, geliri
sınırlı olduğu için zengin olma, yeni bir iş kurma veya teşebbüs sahibi
olma, inisiyatif kullanma imkanı ve serbestisi yoktur. “Bir lokma bir
hırka”, “azıcık aşım ağrısız başım” anlayışını benimsendiği için
hayatından memnun olabiliyordu. Bu yüzden de din ve devlete hizmet
etmeyi kutsal görev olarak kabul ediyordu. Neticede devlet de birlikdirlik-otorite sağlamakta güçlük çekmiyordu. Bu düzen, 18. yüzyıla
kadar fevkalade iyi işlemiş olduğundan devlet içte ve dışta gücünü
muhafaza edebilmiştir.
Kısaca devlet; asker besleme, vergi toplama, emniyeti sağlama,
toprağın verimli işletilmesi gibi hizmetlerin masraflarını karşılamak üzere
sipahiye senelik vergi geliri 20.000 akçeyi geçmeyen tımar denilen
dirlikler veriyordu. Bu dirlikler yoluyla Osmanlı Devleti, feodaliteyi
önleyerek, merkezi hükümetin idarî-iktisadî-askerî-siyasî hâkimiyetini
4 İnalcık, a.g.e., s. 118.
Bayram KODAMAN 7
sürdürmeyi başarmıştır
5
. İşte tımar siteminin önemi buradan
kaynaklanmaktadır.
5-Kapıkulu Sistemi
Kapıkulu padişahın-sarayın hizmetinde bulunan görevlilere
verilen isimdir. Bu askeri görevliler önceleri savaş esirlerinden ve
kölelerden ibaretti. Osmanlı Devleti bu usûlü bırakarak, devşirme denilen
daha sağlıklı ve düzenli kendine has yeni bir sistem uygulamasına
geçmiştir. Buna göre gayrimüslim cemaatler arasından devşirdiği
(topladığı) çocuklar İstanbul’a getirilerek ikinci bir seçime tabi tutuluyor,
iyileri saraya alınıyor, geri kalanları ise müslüman köylü ailelerin yanına
gönderiliyordu. Saray için seçilen üstün zekâlı ve yetenekli olanları
Enderun Mektebi’ne alınıp, ciddi bir eğitime tabi tutularak, yüksek
makamlara aday memur olmaları için yetiştiriliyorlardı. Nitekim,
devşirme suretiyle toplanmış olan Arnavut, Rum, Bulgar, Boşnak,
Ermeni, Makedon çocukların Enderun’dan mezunları arasından pek çok
komutan, sadrazam, şair, yazar, alim, ressam, mimar çıkmıştır. Bu kişiler
devlet güçlü iken Türk kültürüne ve Türk devletine büyük hizmetler
vermişleridir.6
Enderun’da yetişmiş ve üst yönetici mevkilerine tayin edilmiş
kapıkulu denen bu devşirmelerin padişaha ve saraya sadakatleri tamdı.
Görevlerini yaptıkları müddetçe mevki, rütbe, şan, şöhret, mal, mülk
sahibi olabiliyorlardı. Bu tür imkânlar, kapıkullarının şahsi menfaatlerinidünyalıklarını temin etmenin yanında, devlete-padişaha iyi hizmet
vermeleri için de önemli bir teşvik kaynağı oluyordu. Yeter ki, padişahadevlete sadakatte, itaatte ve hizmette kusur etmesinler. Zira en ufak bir
kusur ve zaafiyet her imkânı ve sahip oldukları her şeyi kaybetme, hatta
canlarını ve mallarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlardı.
7
Kapıkullarındaki, “siyaseten katl” ve mallarının müsadere
edilme korkusu, onları padişaha-devlete daha çok bağladığı gibi “hem
Allah’ın kulu hem de padişahın kulu” olmalarını da sağlamıştır.
Devşirildikleri kendi toplumlarından ve Müslüman toplumdan kopuk ve
uzak bir hayat yaşamaları sebebiyle, var oluşlarını sadakatte- itaattehizmette başarı kazanmalarında görmüşlerdir. Devlet yaşarsa, güçlü
olursa, kapıkulları da mevkilerini-rütbelerini-canlarını-mallarını
muhafaza edebilecekler ve refah içinde hayatlarını
sürdürebileceklerdir.
Padişah açısından Kapıkulu sistemine baktığımızda, karşılıklı
bir menfaat ilişkisi görmek mümkündür. Zira asker ve yönetici
5
Murat Özyüksel, Feodalite ve Osmanlı Toplumu, Bursa, 1993, s. 103–104. 6
Osman Nuri, Türk Maarif Tarihi, İstanbul 1977, c. I-II, s. 17–18. 7
Murat Özyüksel, a.g.e., s. 144.
8 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
sınıflarının kapıkullarından teşkil edilmesinde padişahların da menfaati
vardı. Merkezi hükümetin otoritesine karşı çıkabilecek güçlü yerli ve
mahalli otoriteler, aileler, aşiretler ve hanedanlar padişahlar tarafından
daima kontrolü zor, dolayısıyla endişe ve tehdit kaynağı olarak
görülmüşlerdir. Osmanlı padişahları için bu tehlike; sosyal tabanı olan
Türk kökenli aileler, aşiretler ve Beylerden gelebilirdi. Bu tehlikeyi
önlemenin en iyi yolu, bu tür mahalli-yerli güçleri merkezi yönetimden
uzak tutmak ve bunların yerine padişahın çevresinde ve tamamen ona
bağlı, toplumla münasebeti olmayan yabancı kökenli Müslüman
Kapıkullarından müteşekkil bürokratlar (kalemiye) ve askerler(seyfiye)
ordusu veya sınıfı yaratmaktan ibaretti.8
Böylece padişah ile kapıkulları
arasında karşılıklı himaye-karşılıklı menfaat dayanışması ve menfaat
birliği şeklinde bir asabiyet meydana getirilmiştir. Devlet fütuhat
yaptıkça, toprakları ve gelirleri arttıkça, padişahın ve kapıkullarının da
menfaatleri, hâkimiyetleri ve saltanatları emniyet içinde devam edecekti.
İşte Osmanlı devletinin ilk yüzyıllardaki gücü ve yükselişinin önemli
sebeplerinden biri bu kapıkulu sistemidir denilebilir.
Kapıkulu sistemi içinde Enderun’dan yetişenlerin dışında ikinci
derecede öneme sahip bir de kapıkulu askeri yetiştiren Yeniçeri Ocağı
vardı. Yeniçeriler de devşirme usulüyle Rumeli’den Anadolu’dan
toplanmış 10-15 yaşlarındaki çocukların yetiştirilmesiyle oluşturulmuş
padişahın şahsına bağlı daimi askerlerdir. Bu askeri birlik yani
Yeniçeriler bir nevi merkezi otoritenin ve padişahın muhafızları
niteliğinde olup, taşrada bulunan beylerin otoritelerini dengelemek için
kurulmuştur. Bunların da mahalli yerli halkla akrabalık ve menfaat
ilişkisi yoktur. Bu bakımdan varlık sebepleri itaat-sadakat-hizmet
olması hasebiyle devlete ilk zamanlarda başarılı hizmetler vermişlerdir.
Yeniçerilerin esas görevi savaş idi. Sefere giderken padişahın
önünde yürürler, muharebe esnasında padişahı korurlardı. Savaş olmadığı
zaman ise, İstanbul içinde ve İstanbul dışında güvenlik işlerine
bakarlardı. İstanbul’da Divan-ı Hümayun’da nöbetleşe muhafızlık
yaparlar ve şehrin asayişini sağlarlardı. İstanbul dışında da “yasakçı”
adıyla güvenlik işlerini yürütürlerdi. Ayrıca hudutlardaki kalelerde
muhafızlıkta yaparlardı. Bu görevleriyle İstanbul’da ve taşrada merkezi
otoritenin-padişahın gözü-kulağı ve temsilcisi durumunda idiler.
6-Ulema (İlmiye) Sınıfı
Ulema kelimesi veya kavramı, Müslüman bir ülkede toplumu
dinî bakımdan İslamî ilkelere göre idare eden özerk bir sınıfı ifade eder.
Bu anlamda ulemanın asıl vazifesi Tanrı’ya ve dine hizmet etmek, halkı
eğitmektir. Ulema’nın halim-selim, mütevazi, arif, dürüst, kamil-fazıl,
nesebi temiz, itibarlı, araştırıcı, güzel ahlaklı, iffetli, ehl-i sohbet, dindar
8
Murat Özyüksel, a.g.e., s. 114.
Bayram KODAMAN 9
olma gibi niteliklere sahip olması gerekmekteydi. Bu özellikleriyle
gelenek yönü son derece kuvvetli klasik İslam kültürünü ve ilim
anlayışını temsil etmekteydi.9
Bu sınıfta sosyal üstünlük malla-mülkle,
soyla değil, dindarlıkla ve iyi ahlakla elde edilmekteydi. 17. yüzyıldan
itibaren üstünlük ve imtiyaz sağlamada servet-güç önem kazanınca bu
sınıf da bozulmaya başlamıştır.
Ulema, her şeyden önce Kuran’a Hadislere ve bunların
gerektirdiği diğer bilgiler yanında şer’i hukuka vakıf olmak zorunda idi.10
Ulema sınıfı, görevlerine göre şu şekilde kısımlara ayrılıyordu:
a-Fakihler: Şeriat hakkında araştırma yapanlar.
b-Kadılar: İslam hukukunun uygulayıcıları yani yargı gücünü
temsil edenler.
c-Müderrisler: Eğitim işlerini yürütenler.
d-Müftüler: İbadet işlerini idare edenler.
Ulemanın başı Şeyhülislamdı. Bu itibarla görev ve mevkiye
göre ulema sınıfında şu şekilde hiyerarşi söz konusu idi. Şeyhülislam,
kazasker, müderris, kadı, müftü. Bunların altında imam, müezzin gibi
görevliler yer almakta idi.
Ulema sınıfı, müderrislerle medreseye yani eğitime;
kazaskerlik ve kadılık görevlileriyle yargı gücüne, adalet ve idareye;
müftülüklerle dini işlere; imamlar ve müezzinlerle vasıtasıyla mescit,
cami ve bunların cemaatlerine yani halka ve nihayet devlet hizmetlerinde
olmayan halk uleması denilen şeyh, şıh, seyyid, şerif gibi adamlarla da
tekke-zaviye yani tarikatlara- cemaatlere (halkın önemli bir kısmına)
hâkimdiler. Bu statüler ve görevleri gereği ulema sınıfı, devletle-halk
arasında köprü durumunda idiler. Osmanlı Devleti’nin ilk yüzyıllarda
devletle-ulema sınıfı arasında önemli bir mesafe bulunuyordu. Bu mesafe
ulema sınıfını bir dereceye kadar özerk hale getiriyordu.11 Dolayısıyla
şeriatla ilgili olan her konuda son söz ulemanındı. Devlet de bu özerkliği
zımnen kabul ettiği için ulema sınıfı belli bir itibara, otoriteye ve imtiyaza
sahip olarak, görevini hakkıyla yerine getirme imkânının buluyordu. 17.
yüzyıllardan itibaren ulema devlete yaklaştıkça, siyasi otorite hâkim
duruma geçti, böylece ulema sınıfı özelliğini ve özerkliğini kaybetti.
Osmanlı, hem büyük-güçlü bir dünya devleti olmanın hem de
yeni bir dünya nizamı kurmanın peşindedir. 16. yüzyılda, büyük bir siyasi
güç ve dünya devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ile, İslami esaslar
üzerine oturan yeni bir dünya düzeni modeli yaratılmıştır. Bu dinî ve
siyasî düzeninin tepe noktasında hükümdar olarak halife-padişah
bulunuyordu. Halife, emirü’l-müminin idi, ancak dini bir görevi yoktu.
Ulemadan değildi, dini yorumlama yetkisi de yoktu. Buna karşılık görevi,
İslam’ın üstünlüğünü ve müslüman devletin hâkimiyetini kabul etmek,
cizye vermek şartıyla gayri müslimlerin de (ehl-i zimme yani zımmiler)
malını, canını ve güvenliğini korumak ve onlara da ibadetlerini ve kendi
işlerini yürütebilecek şekilde imkan sağlamaktı. Bunu temin ederken,
devlet veya halife-sultan bütün tebaasına veya reayasına karşı zayıf
olmadan yumuşak, sert olmadan güçlü kalarak, toplumda hem saygı hem
de sevgi uyandırmayı yönetimin esası olarak benimsemiştir12. Bu yönetim
anlayışını sürdürülebilir kılmak için çeşitli dinleri ve kavimleri içinde
barındıran imparatorlukta siyasi-idari işlerin yürütülmesini Sadrazama;
din ve kültür işlerinin yürütülmesini de Müslümanlar için Şeyhülislama,
Hıristiyanlar için Patriklere, Museviler için de Hahama havale etmiştir.
Osmanlı Devleti, millet sistemi13 ile imparatorluk toplumu için
Türk dili, Osmanlı hanedanı, Osmanlılık bağı etrafında ortak yeni
bir tarih kimliği oluşturmayı hedeflemiştir. Bu sistem gayri müslimlere
dinî ve kültürel muhtariyet tanırken, aynı zamanda onlardan devletle
idarî, siyas, malî, ticarî alanlarda işbirliği-yardımlaşma yapmalarını
öngörmekteydi. Bu muhtariyete rağmen hiçbir gayri müslim cemaate,
şeriat hukukuna aykırı bir karar ve davranış içinde bulunma hakkı
tanınmamıştır. Aldıkları kararların, devletin onayından geçmesi
gerekmekteydi. Devlet gayri müslimlere, millet sistemi çerçevesinde
hukuki bir himaye sağlayarak, içişlerine müdahale etmemekteydi14. Bu
anlayış imparatorluk yapısına uygun idi.
∗
Osmanlı’da millet denince devlet tarafından himaye gören kitap ehli dinî
azınlıklar (Hıristiyan, Musevi, vs.) anlaşılmalıdır. 12 Bernard Lewis, a.g.e., s. 161-165. 13 Millet sistemi için teferruatlı bilgi için bakınız: Osmanlı Ansiklopedisi (Yeni Türkiye
Yayınları), c. IV, s.197-367. 14 Osmanlı millet sistemi, günümüzde çeşitli yazılarla çeşitli yönlere çekilmektedir. Bu
ise, milli devlet sistemi ile imparatorluk sisteminin bilerek veya bilmeyerek
karıştırılmasından ileri gelmektedir. Bilindiği üzere, imparatorluk yapısı çok milletliliği,
çok kültürlülüğü, çok dinliliği haklı kılar. Buna karşılık milli devlet yapısı tek millet, tek
kültür, tek dil üzerine oturtulmuştur. Azınlıklar milli devlette her türlü insan haklarına
sahip olmakla birlikte, toplum ve cemaat olarak siyasi-idari hakları yoktur. Laiklik ilkesi
de çok dinliliği mesele olmaktan çıkarmıştır. Bu itibarla, Osmanlı millet sistemi, modern
dünyada milli devletler için model gösterilemez. Zira, millet sistemi ve bu vesile ile öne
sürülen çok kültürlülük, çok milletlilik milli devletin ruhuna aykırıdır. Olsa olsa
Bayram KODAMAN 11
Millet sistemi içinde gayri müslim her cemaatin kendi dilini
kullanmak, dinî, kültürel ve eğitim müesseselerini geliştirmek; vergi
toplamak, cemaat hukuku çerçevesinde yargı görevini yerine getirmek
gibi kanuni hakları mevcuttu. Dolayısıyla her cemaat bu sistem içinde
kendi kimliğini koruma, zenginleşme ve serbestçe hareket etme imkânı
bulmuştur. Osmanlı Barışı bu sistem sayesinde gerçekleştirilmiştir.
Kısaca Osmanlı Devletinin güçlü ve kudretli olduğu dönemlerde bu
sistem yürümüş, hallerinden memnun olan ve Osmanlı Barışı sayesinde
refah ve huzur bulan gayri müslimler Osmanlı gücünü gönüllü
kabullenmişler ve ona itaat etmişlerdir.
Daha iyi anlayabilmek için Osmanlı millet sistemini bir tren
katarına benzetebiliriz. 1299 Söğüt’ten kalkan bir Osmanlı treninin
varlığını kabul edelim. Tren hızla yoluna devam ederken her istasyonda
katara bir vagon takılmıştır. Bu süreç Kanuni devrinin sonuna kadar yani
tren son istasyona varıncaya kadar devam etmiş ve vagon sayısı
çoğalmıştır. Netice, Osmanlı treninin çektiği Türkler, Araplar, Kürtler,
Boşnaklar, Tatarlar gibi müslüman toplumların da bir arada seyahat
ettikleri vagonların arkasına Rum, Bulgar, Sırp, Macar, Makedon,
Karadağ, Gürcü, Yahudi gibi gayri müslim milletlerin ayrı ayrı oturduğu
vagonlar ilave edilmiştir. Bu trenin lokomotifi seyfiye sınıfı (askeri
paşalar ve ordu), ulema sınıfı (din alimleri) ve kalemiye (sivil paşalarbürokratlar)dir. Lokomotifin makinisti Halife-Sultandır. Lokomotifin
kömür ihtiyacı Müslüman ve gayri müslimlerin verdiği vergilerle
karşılanmaktaydı. Lokomotif iyi çalışırken ve hızlı giderken her millet
kendi vagonunda, başlarında dinî şefleri (Patrik, haham, piskopos) olmak
üzere huzur ve refah içinde seyahate devam etmiştir. Kimse trenden
inmeye veya kendi vagonunu katardan ayırmayı düşünmemiş veya
cesaret edememiştir. Dolayısıyla Osmanlı barış treni emniyet içinde ve
kendinden emin bir şekilde yoluna devam etmiş ve Kanuni döneminde
son durağa varmıştır. Son durakta, 1683 yılına kadar beklemiştir. Bu
bekleme esnasında kendi eski sistemine yeni bir alternatif yaratamamış,
yani yeni bir lokomotif koyamamış, vagonları da yenileyememiştir.
Bunun üzerine yolcularda huzursuzluk belirtileri yavaş yavaş baş
göstermiştir. Huzursuzluk imparatorluk yok oluncaya kadar artarak
devam etmiştir.
emperyalist zihniyete sahip güçlü büyük devletlerin milli devletleri yıkma-parçalama
modeli ve onların milli devlet içindeki küreselci, ayrılıkçı temsilcilerinin modeli olabilir.
12 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
B-OSMANLI’DA ÇÖKÜŞ ZEMİNİNİN OLUŞMASI
1-Osmanlı Devleti’nin Ortaçağı
Osmanlı, 1299-1579 tarihleri arasında kendi yeniçağını
yaşarken ve kendi klasik dönemini yaratırken, Avrupa kendi
Ortaçağının karanlığında hayatını sürdürüyordu. Hal böyle iken, 16.
yüzyılın sonlarından veya 17. yüzyılın başlarından itibaren tarihi süreç
tersine işlemeye başlamıştır. Bunun sonucu Avrupa kendi
Ortaçağından yeni bir alternatif çıkararak fert-akıl-ilim hatta millet
merkezli; ilim adamlarının, filozofların ve tüccarların oluşturduğu
yeni dinamik aktörleriyle yeniçağına girerken, Osmanlı kendi
sisteminden yeni alternatif ve yeni aktörler çıkaramadığından, eski
sitemiyle ve asker sivil paşalar, kapıkulları ve ulema sınıfı gibi
geleneksel aktörleriyle yoluna devam etmekle bir nevi kendi
Ortaçağını (Duraklama Devri) kendi hazırlamış ve onun içine
girmiştir. Osmanlı Ortaçağını (Duraklama Dönemi) hazırlayan sebepleri
iç ve dış olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür.
a-Dış Sebepler: Avrupa’nın yükselişi bu sebeplerin bütününü
oluşturmaktadır. Bilindiği üzere Avrupa Hümanizma, Rönesans ve
Reform hareketleriyle içinde bulunduğu Ortaçağa alternatif olarak
Yeniçağını ve yeni zihniyetini yaratmıştır. Bununla, dini inkâr etmeden
dinin yanında aklı, kilisenin yerine üniversiteyi, ruhban sınıfı yerine
filozofları ve bilim adamlarını ön plana çıkardı.
15 Arkasından ferdinaklın-bilimin hürriyete ihtiyacı olduğunu görerek “hürriyetin”
vazgeçilmez olduğunu gördü. Hürriyetine kavuşan fert, akıl ilim
vasıtasıyla tabiatla, maddi dünya ile toplumlarla temasa geçerek
incelemeye ve bilgi üretmeye başladı. Ahiretle ilgilenmeyi kiliseye
bıraktı. İşte Avrupa’da devrim yapan, Avrupa’nın önünü açan bu
zihniyet değişmesidir. Bu devrimle Avrupa, hem tabiatı, maddeyi ve
toplumu hem de bunların kanunlarını keşfetme ve böylece bilgi üretme
yollarını buldu. Bunun sonucu Avrupa teknolojide özellikle askeri
teknolojide, ilimde ilerleyerek güce-servete-bilgiye sahip oldu ve
Osmanlı karşısında üstünlüğü ele geçirdi. 1453-1683 tarihleri arasında
Avrupa’nın yaptığı coğrafi keşiflerin ilmî buluşların ve yeni felsefî
fikirlerin çokluğu nazarı dikkate alındığında üstünlüğünü anlamak ve
kabullenmek zor olmayacaktır.
b-İç Sebepler: Osmanlı Devletinin duraklama–gerileme
dönemine girmesinin önemli sebeplerinin başında Avrupa’nın üstünlüğü
ele geçirmesi ve dolayısıyla dünya şartlarının değişmesi ise, diğer
sebeplerin kaynağı da bizzat kendi içinde meydana gelen bozulmadır.
15 Durmuş Hocaoğlu, “İlerleme Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Köprü, İstanbul, 2004,
Sa.78, s. 54-55.
Bayram KODAMAN 13
Bilindiği üzere, Kanuni’den sonra Osmanlı Devleti’nin gelir
kaynakları azalmaya ve malî durumu bozulmaya başlamıştır. Bunun
başlıca sebebi fütuhat döneminin kapanmasıyla Osmanlı hazinesi önemli
bir gelir kaynağını kaybetmiştir. Buna paralel olarak coğrafi keşifler
sonucu Osmanlı toprakları üzerinden geçen ticaret yollarının (İpek yolu)
Okyanuslara kaymasıyla Osmanlı hazinesini ikinci önemli gelir
kaynağından mahrum etmiştir. Üçüncüsü, Amerika’dan kıymetli
madenlerin (altın-gümüş) Avrupa’ya oradan da Osmanlı
İmparatorluğu’na akışı devletin fiyat ve mali politikasını altüst etmiştir.
Bunun sonucu Osmanlı’nın ihraç malları ucuzlamış, büyük gelir kaybına
yol açmıştır. Bu arada Avrupa mallarının rekabeti Osmanlı yerli
sanayisinin çöküşünü hazırlamıştır. Özellikle Osmanlı Devleti’nin
Avrupa’dan gelişmiş silah teknolojisini büyük miktarlarda para ödeyerek
satın alması hazineye önemli ölçüde yük getirmiştir.
Bu olumsuzluklar karşısında Osmanlı hazinesi bir taraftan
günden güne erirken, diğer taraftan tabiî sınırlarına dayanmış ve
toprakları genişlemiş olan Osmanlı devleti miktarı günden güne artan
bürokrasisine maaş ödemek ve yenilgilerin başlamasıyla da fazlalaşan
harp masraflarını karşılamak mecburiyetinde kalması, üstelik daimi
düzenli ordu bulundurma zaruretinin ortaya çıkması devlet hazinesine
altından kalkamayacağı bir yük getirmiştir. Bu sıkıntıları veya masrafları
karşılamak için devletin vergileri artırmak, paranın değerini düşürmek ve
memurlara az maaş vermekten başka alacağı fazla bir tedbir de
bulunmuyordu. Bu tedbirler de halkı, askerleri, ulemayı, bürokratları
tedirgin ediyor ve memnuniyetsizliklerini artırıyordu.
17. yüzyıldan itibaren Osmanlı devleti inisiyatifi elinden
kaçırmış ve çaresiz duruma düşürmüştü. Artık dıştan gelen olumsuz
faktörler birbirini takip ederken, içten başlayan bozulmalar da birbirini
tetikler hale gelmiştir. Böylece merkezi otoritede zaafiyet işaretleri de
başlamıştır. Aleyhte meydana gelen bütün bu gelişmeler, Osmanlının
idarî, askerî, sosyal, iktisadî yapısının; tımar ve eğitim sisteminin
bozulmasına yol açmış ve böylece devletin klasik dengelerini alt üst
etmiştir.
Sonuçta kapıkullarında (asker-sivil paşalar), ulemada,
bürokraside ulû’l-emre itaat azalmaya yüz tuttu. Adalet mülkün temeli
olmaktan fiilen çıktı. Tımar sisteminin bozulmasıyla iltizam usulü
mültezimleri, malikâne sistemi de ayanları ortaya çıkararak feodal yapı
oluşdu.16 Bunların ekonomik ve sosyal güçleri artınca eyaletlerde,
sancaklarda birer özerk otorite haline gelerek valinin, sancak beyi’nin ve
kadı’nın önüne geçtiler. Devlet yetkilerinin bir kısmını ayân-ı belde,
16 Osmanlı İltizam ve Malikane sistemleri için bakınız: Mehmet Genç, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, İstanbul, 1999, s. 99-126.
14 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
ayân-ı vilâyet ve ayân-ı eyalet adı verilen feodal beylere vererek,
bunların statülerini meşrulaştırdı. Artık merkezi otorite bunlarla işbirliği
yaparak kendi yetkilerini paylaşır hale düştü. Avrupa, feodaliteyi
yıkmaya çalışırken veya yıkarken, Osmanlının ne kadar ters istikamette
hareket ettiğini göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir.
Aynı şekilde Avrupa ilim ve bilgi üretmek için üniversiteler,
enstitüler kurarken, Osmanlı, medreseleri yeni şartlara göre reforma tabi
tutacağı yerde, onların bozulmasını önleyememiştir. Enderun da önemini
kaybetmiştir. Artık devlet, kapıkullarının, yeniçerilerin, ulemanın,
ayanların, bürokrasinin, sarayın siyasî entrikalarının alanı haline gelmişti.
Aralarındaki ittifaklarla padişah değiştirerek, sadrazamı düşürerek kendi
otoritelerini ve çıkarlarını korumaktan başka bir şey yapamaz ve
düşünemez oldular.
c-Zihniyet Meselesi: Bilindiği üzere Yeniçağ’a kadar hemen
hemen bütün tarım toplumlarında olduğu gibi Osmanlı’da da ideoloji
dindir. Buna göre devletin ve hâkimiyetin Tanrı’ya ait olduğu
zannediliyor ve devleti de Tanrı adına Peygamber yönetiyordu.
Peygamberin ölümünden sonra bu görev elçinin vekili olarak halifelere
düşmüştür. Halife, ilahî emirlere göre ülkeyi yönetmekle yükümlüydü.
Yavuz Sultan Selim, 1517’den itibaren halifelik unvanını da
üstlenmesiyle Osmanlı Devleti de resmen İslamî kuralları ve anlayışı esas
alan bir yönetim şeklini benimsemiş oldu17.
17. yüzyıldan itibaren Osmanlı sosyal, askerî, iktisadî
müesseselerinin bozulmasına paralel olarak medrese ve eğitim sistemi de
bozulmaya ve taassup içine düşmeye başladı. Artık medrese, daha evvel
verilmiş doğruları-hakikatleri, ön yargıları akıl yoluyla teyit etmenindoğrulamanın ötesinde, yeni bir fikir üretemez, keşif veya icat yapamaz
duruma düşmüştür. Zira, eğitim konusunu ve objesini tamamen metafizik
dünyada-ahirette aramaya yönelmiş ve aklı kullanarak dünyevî ve
beşerî meseleleri çözme işini, tabiatın kanunlarını keşfederek
teknoloji yaratmayı, dolayısıyla maddi gücü ve refahı artıracak “alet
yapma” metodunu ihmal etmiştir. Bunun sonucu skolâstik zihniyet,
Osmanlı aydınlarına ve eğitimine hâkim olmuş ve yeni fikir, yeni
bilgi, yeni mal-alet üretiminin yapılabileceği akıl ve bilim çağına
girilmesini engellemiştir. Bu yüzden inancın-geleneğin zıddı olmayan,
fakat tersi olan akıl ve bilim, inanca-geleneğe paralel olarak Osmanlı
medrese eğitiminde ve düşünce hayatında rehberlik görevini yapma
imkânı bulamamıştır.
Osmanlı bu halde iken, Avrupa akıl çağından ilim çağına, tarım
ekonomisinden sanayi çağına, el emeğinden-makine çağına, kılıç-ok-
mızraktan ateşli silahlar çağına, hazır bilgiden bilgi üretme çağına
geçerek kendi coğrafyasına, kendi toplumuna ve diğer toplumlara hakim
olmuş, refahı, gücü, kültürü yakalamış ve kendi medeniyetini yaratmıştır.
2-Mazi ve Avrupa Arasına Sıkışan Osmanlı
Osmanlı Devleti, 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren kendi şanlı
mazisi ile kendisinden üstün hale gelen Avrupa gerçeği arasında
kalmıştır. Bir yandan, mükemmel olarak kabul ettiği Fatih- Kanuni
döneminin klasik sisteminden kopamıyor ve ıslahatlarla özlemlini
duyduğu mazisine dönmeyi ve maziyi canlandırmaya gayret ediyor, öbür
yandan üstünlüğünü ispat etmiş Avrupa gerçeğini de kabullenmek
durumunda kalıyordu. Bu ikilem karşısında kalan Osmanlı Devleti, ne
kendi sisteminden yeni bir alternatif sunabiliyor, ne de bir AvrupaOsmanlı sentezi yapabiliyordu. Dolayısıyla zihniyet bakımından maziye
bağlı kalarak, mevcut statüsünü muhafaza etmeyi, böylece psikolojik
üstünlüğünü ve kimliğini de sürdürmeyi benimsemiştir. Bu tavrı ve
tercihi aynı zamanda Avrupa karşısında içe kapanma- kabuğuna çekilme
siyasetinin başlangıcı olmuştur.
Ancak bu siyasetin yürütülmesi imkânsızdı. Zira dünya
olaylarını artık Avrupa belirliyordu. Avrupa, bütün kıtalarda olduğu gibi,
Osmanlı İmparatorluğu’nun kapılarını zorlama ve imparatorluğun her
yerine sızma imkânına sahipti. Nitekim ticari mallarıyla, teknolojisiyle,
fikirleriyle, sermayesiyle, okullarıyla, misyonerleriyle, konsoloslarıyla,
tüccarlarıyla, kumpanyalarıyla, bankalarıyla Osmanlı ülkesine girmesi
zor olmamıştır. Bu süreçte, İstanbul, İzmir, Selanik, Beyrut, Trabzon,
Samsun gibi şehirler Avrupa emperyalizminin önemli giriş noktaları
vazifesini görmüşlerdir.
Önünde sonunda İslam devletinin ve toplumunun Hıristiyanlara
karşı galip ve muzaffer olacağı inancıyla kendini mükemmel ve üstün
gören Osmanlı, Avrupa’nın savaşlarda üstün gelmesine karşı verdiği ilk
tepki içe kapanmak, “gâvura” muhatap ve muhtaç olmamak gibi dini
gerekçeli pasif bir tavır içine girmiştir. Nitekim 17. yüzyılın. İlk yarısında
Kadızadeliler18 hareketi, 18. yüzyılda ise Vahabilik19 hareketi ve 19.
yüzyılda Osmanlı topraklarında hızla yayılan Nakşibendî tarikatının
18 Kadızadeliler: 17. yüzyılın başlarında Kadızâde Mehmet Efendi’nin öncülük yaptığı ve
Hz. Muhammed devrinde olmayan uygulamaların İslam dininden çıkarılmasını savunan,
aşırı şeriatçı bir harekettir. 1656’da, Köprülü Mehmet Paşa Kadızadeliler isyanını
bastırarak, liderlerini sürgün etmiştir. 19 Vahabilik: Muhammed bin Abdulvahap (1691- 1787) tarafından Suudi Arabistan’da
ortaya çıkarılan İslami bir mezheptir. Kuran’a harfiyen uyulmayı savunur.
16 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
Halidiye20 kolu Avrupa’ya düşmanlığın ve Asr-ı Saadet dönemine dönüş
fikrinin başını çekmişlerdir.
Osmanlıyı zaafa uğratan ikinci bir hareket de Avrupa’nın
Osmanlı İmparatorluğu’nu kapitülasyonlarla yarı sömürge haline
getirmesi ve ekonomik yönden çökertmesidir. Bu sömürgeleştirme
faaliyeti 19. yüzyılda hızlanmış ve 1918’e kadar devam etmiştir.
Üçüncü olarak, önce Hıristiyanlığın (gayrimüslimlerin sonra da
gayri Türklerin Osmanlı’dan imtiyazlı statü, muhtariyet ve istiklâl gibi
isteklerde bulunmaları çok dinli, çok milletli Osmanlı İmparatorluğu’nda
parçalanma sürecini başlatmıştır. Bu süreci, 1789 Fransız İhtilâli’nin
getirdiği hürriyet- eşitlik- milliyetçilik fikirleri hızlandırmıştır. Zira klasik
sistemini adalet üzerine oturtmuş Müslüman Osmanlı için hürriyetmilliyetçilik hatta eşitlik fikirleri yani liberalizm yeni ve yabancı idi.
Buna karşılık Hıristiyan milletler milliyetçilik, hürriyet ve eşitlik
fikirlerini kolayca kabullendiler ve benimsediler. Bu konuda İngiltere,
Fransa ve Rusya’dan da destek gördüler. Böylece Osmanlı Devleti yeni
ve önemli bir iç tehdit ve tehlike ile karşı karşıya kalmış bulunuyordu.
Hürriyet, eşitlik, milliyetçilik fikirleri daha sonra Türk olmayan
Müslüman halklara ve hatta Türk aydınlarına da sirayet edince Osmanlı
Devleti’nin durumu tamamen kaosa dönüştü. Nitekim Osmanlı Devleti
19. yüzyıl boyunca hatta 1918’e kadar bu tehlikeleri bertaraf etmek için
uğraşmak durumunda kaldı ise de bu gayretleri imparatorluğu
yıkılmaktan kurtaramadı.
Kısaca Osmanlı Devleti’nin “Asr-ı Saadet’e dönmek fikrini
benimseyen aşırı şeriatçıların muhalefeti, hem Fatih-Kanuni devrinin
usullerine dönmeyi arzulayan muhafazakârların muhalefeti hem Osmanlı
İmparatorluğu’ndan kopmak isteyen gayrimüslimlerin ve gayri Türklerin,
hem liberal Türk aydınlarının (Tanzimatçılar, Yeni Osmanlılar, Genç
Türkler) muhalefeti hem de Düvel-i Muazzama’nın (İngiltere, Fransa,
Rusya, Almanya, Avusturya- Macaristan ) muhalefeti arasında ve
karşısında sıkışıp kalmıştır. Kendisini bu zor ve karmaşık durumdan
çıkaracak ekonomik, teknolojik, siyasi ve askeri güce de sahip değildi.
Bütün bunlara rağmen Osmanlı Devleti’nin vazgeçemeyeceği ve terk
edemeyeceği maddi ve manevi hususlar da vardı. İslam devleti olarak
şeriattan, Türk devleti olarak Türklükten, imparatorluk olarak
gayrimüslimler ve imparatorluk topraklarından, Osmanlı hanedanı olarak
saltanattan vazgeçilemezdi. Modernleşmek isteyen toplum olarak da
Avrupa’nın teknolojisini ve fikirlerini yok farz edemezdi. Bunun üzerine
Osmanlı devlet adamları iç politikada hem muhafazakar hem yenilikçiler;
dışta da Büyük devletler arasındaki rekabetlerden yararlanarak dengeci-
20 Nakşiliğin Halidiye kolu, Halid-i Bağdadi (1776- 1826) tarafından kurulmuştur.
Politika ile meşguldürler. Batı taklitçiliğine karşı tavırları vardır.
Bayram KODAMAN 17
tavizci-teslimiyetçi bir yöntem benimseyerek ayakta kalmaya çalışmıştır.
Ancak başarılı olamamışlardır
C-Osmanlı Devleti’nin Çöküşünü Engelleme Gayretleri
Kanuni döneminden sonra Osmanlı Devleti’nde başlayan
bozulma, 17. yüzyılda daha da artarak sosyal-ekonomik-idari sistemi
iyice sarsmıştır. Bunun sonucu, Osmanlı yöneticileri devleti ayakta
tutmanın yollarını aramaya ve tedbirler almaya gayret etmişlerdir. Bu
tedbirleri şu şekilde özetlemek mümkündür.
1-Şiddet Yöntemi
17. Yüzyılda Osmanlı Devleti Batıda Avusturya, Kuzeyde
Rusya, Doğuda İran’la, Akdeniz’de Venedik ve Cenevizlerle mücadele
ederken, dahilde de en fazla Celali İsyanlarıyla meşgul olmuştur. En
mühim Celali reisleri Karayazıcı, Tavil Ahmet, Kalender-oğlu Mehmet,
Karasait, Saçlı, Canbolatoğlu Ali Paşa, Meymun, Muslu Çavuş, Yusuf
Paşa gibi asilerdi. Celali İsyanlarının bütün Anadolu’ya yayılması ve
devlet otoritesini tehdit edici hal olması üzerine, Kuyucu Murat Paşa
isyanları bastırmakla görevlendirildi. 1606–1609 yılları arasında Murat
Paşa Anadolu’yu Celalilerden temizledi ve devlet otoritesini tesisi etti.
Bu arada 90.000 Türk insanı katledilmiştir. 1611 yılında Kuyucu Murat
Paşa’nın ölmesi üzerine huzursuzluklar devam etmiş, bu defa yeniçeriler
itaatsizliğe başlamış, hatta 1622 yılında isyan ederek Genç Osman’ı
öldürmüşlerdir.
Yeniçerilerden, Genç Osman’ın intikamını alma bahanesiyle
Erzurum Valisi Abaza Hasan Paşa Erzurum kalesinde bulunan
kapıkullarını (yeniçeriler) öldürdü ve 30.000 kişilik kuvvetle Sivas’a
kadar gelerek pek çok yeniçeri katletti ve ortalığı yakıp yıktı. Buna
rağmen IV. Murat (1623–1639) Abaza Paşa’yı 1625’te affetti. Bu tarihten
sonra IV. Murat her türlü itaatsizliğe karşı şiddet kullanma yolunu
seçerek devlet otoritesini yeniden sağladı.
1639’da IV. Murat’ın ölmesi üzerine Kapıkulu Ocaklarında
itaatsizlik, disiplinsizlik artarken Kadızadeliler hareketi de devleti tehdit
eder duruma gelmiştir. Bu olaylar karşısında aciz kalan IV. Mehmet
(1648–1688), çareyi 1656’da Köprülü Mehmet Paşa’yı Sadrazam
yapmakta buldu. Köprülü, ilk iş olarak Kadızadeliler hareketine son
verdi. Sonra İstanbul ve taşrada, pek çok kişinin canı pahasına, devlet
otoritesini temin etti. Sadrazamlığı döneminde (1656–1662), idam edilen
paşaların ve devlet adamlarının sayısının yüze (100) yakın, öldürülen
insan sayısının ise 5000 kadar olduğu söylenmektedir. Bununla birlikte
devleti ayakta tuttuğu ve devlet işlerine bir düzen verdiği de kabul
edilmektedir.
18 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
2-Batıya Açılma: Taklit ve Tamir Yöntemi
1683 Viyana Bozgunu, 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça
Antlaşmalarıyla, 17. yüzyılda IV. Murad’ın ve Köprülülerin uyguladıkları
sadece disiplini ve otoriteyi sağlamaya dönük şiddet metodu ile bir yere
varılamayacağı anlaşıldı. Askeri mağlubiyetler ve büyük toprak kayıpları
Osmanlı Devlet adamalarını zihniyet değişikliğine mecbur etti. Bu
zihniyet değişikliği ile etraflarına bakmaya başladılar. Gördüler ki, dünya
Osmanlı’dan ibaret değil, dünya işleri de sadece Osmanlı’da görüldüğü
şekliyle yürütülmüyordu. Avrupa’da hem Osmanlı’ya düşman, hem
Osmanlı’dan farklı hem Osmanlı’dan üstün bir Hıristiyan dünyasının
olduğu gerçeği kabullenilmeye başlanır. Bu kabulleniş ve zihniyet
Osmanlı devlet adamlarını yeni arayışlara sevk etti.
a-Lâle Devri
İlk yenilik arzusu ve zihniyet değişikliği Sadrazam Nevşehirli
İbrahim Paşa’nın önayak olmaya başlamış ve Lale Devri, (1718–1730)
adıyla sembolleştirilmiştir. Bu dönemde Avrupa’yı örnek alan bazı
yeniliklere karar verildi. Nitekim askerî alanlar başta olmak üzere bazı
alanlarda ıslahatlar gerçekleştirildi. 1727 Matbaanın kurulması, kağıt
imalathanesinin, çini imalathanesinin, kumaş fabrikasının açılması, çiçek
aşısının kullanılması, tercüme heyetinin teşkili, kütüphane inşa edilmesi,
sanat ve edebiyattaki gelişmeler, mimaride yenilikler bu ıslahatlar
arasında sayılabilir. Elbette ki bütün bu yapılanlar Osmanlı’yı
güçlendirecek mahiyette değildi. Ancak ilk adım olması açısından önem
arz etmekteydi. Nitekim yapılanlar sosyal ve iktisadi hayatta bir
rahatlama sağlamamış, aksine halkın ve yeniçerilerin tepkisine yol açmış
ve 1730 Patrona Halil İsyanı ile Lâle Devri son bulmuştur. Ancak yenilik
fikri, artık zihinlere yerleşmiş olduğundan bazı kesintilere ve engellere
rağmen devam etmiştir.
b-Nizam-ı Cedid∗
(Yeni Düzen)
17. yüzyıl başından itibaren arzu olarak ortaya çıkan Lâle
Devri’nde nispeten uygulanan, fakat 1730’da kesintiye uğrayan, Koca
Ragıp Paşa’nın Sadrazamlığında (1856–1862) sınırlı da olsa tekrar
başlayan ıslahat hareketlerine rağmen Osmanlı Devleti Avusturya-Rusya
karşısında mağlup olmaktan ve toprak kaybetmekten kurtulamadı.
Nihayet 1768 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda aldığı mağlubiyet ve 1774
Küçük Kaynarca Antlaşması’yla kabul edilen ağır şartlar o zamana kadar
yapılan ıslahatların işe yaramadığının işareti olarak görüldü. Bunun
üzerine III. Selim daha muhtevalı ve daha köklü ıslahat hareketine
∗
Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Enver Ziya Karal, Selim III’ün Hatt-ı Hümayunları,
Nizam-ı Cedid (1789–1807), Ankara, 1988.
Bayram KODAMAN 19
girişilmesinin zaruretine inandı. Bu maksatla Nizam-ı Cedid adı verilen
dönemi (1789–1808) başlattı.
Nizam-ı Cedit her ne kadar yeni düzen anlamına geliyorsa da,
Osmanlı İmparatorluğu’na köklü yeni bir düzen getirmemiştir. Nizam-i
Cedit’in iki özelliği vardır. Birincisi Osmanlı Müesseselerine (maliye,
idare, adliye, sosyal, vs) disiplin anlamında çeki-düzen vermektedir.
Bunun için eski kanunlarda, esasına dokunmadan bazı maddeleri
çıkararak yeni maddeler ilave etmekten ibarettir. Bundan maksat devlet
otoritelerini ve itibarını yeniden kurmaktır. Bu tür davranış, yeniliğin,
yeni düzenin değil maziye-geleneğe bağlı kalmanın ifadesinden başka bir
şey değildir.
İkinci özellik ise, kelimenin tam anlamıyla maziden-gelenekten
kopuşun ifadesi olarak Osmanlı, orduda, askerî eğitim ve öğretimde yeni
bir düzen öngörüyordu. Ayrıca askerî teknolojide, siyaset ve diplomaside
Avrupa usulleri getiriliyordu. Bu çerçevede yeni bir zihniyet ve anlayış
devam ettiriliyordu. Ancak yeni ordunun yanında yeniçeri ocağını
muhafaza etmekle, ordu içinde yeni-eski diye ikilik yaratılmıştır. Nitekim
yapılan yenilikler tepki çekmiş ve 1808’de çıkan bir isyanda
durdurulmuştur. Fakat yenileşme zihniyeti ve zarureti devlet adamlarının
gündeminden çıkmamış, daha sonraki dönemlerde devam ettirilmiştir. II.
Mahmut ıslahatları Nizam-ı Cedit’in devamından başka bir şey değildi.
3-Tanzimat Dönemi: Liberalleşme Yöntemi
1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği hürriyet ve eşitlik fikrine
dayalı olarak toplum içinde ferdi-ferdiyetçiliği (individüalizm),
fertlerin hürriyet ve eşitliği, uluslar arası ilişkilerde de milleti, milli
vatan, milli devleti, milletlerin hürriyeti ve eşitliği yani istiklâl ilkeleri
ön plana çıkmış ve Avrupa’nın çehresini değiştirmiştir. Nitekim 1815–
1914 yılları arasında Avrupa’ya ve dünyaya insan hakları-millet hakları,
milliyetçilik mücadelesi damgasını vurmuş ve eski sistemleri,
imparatorlukları sarsmıştır. Bu bakımdan 19.yüzyıl milliyetçilik
akımlarının yükseldiği, milli devletlerin kurulduğu, liberal devrimlerin,
isyanların, ayaklanmaların yoğunluk kazandığı bir çağdır. Ayrıca
liberalizmin sadece siyasi olayları ve devrimleri değil aynı zamanda
sanayi devrimini, kapitalizmi, emperyalizmi, ilmi ve teknolojik
gelişmeleri de hızlandırmıştır. Bunun sonucu Avrupa ticari, ekonomik,
malî, siyasî, kültürel emperyalizmini dünyaya yaymış ve dünyayı
sömürge-yarı sömürge haline getirmiştir. Artık dünya işlerinde karar
verici, yönlendirici ve kabul ettirici Avrupa’dır. İş adamlarıyla –
fabrikalarıyla yapıp-satan ( imal edip-satan), tüccarlarıyla alıp-satan
(ticaret yapan), filozoflarıyla sistem kuran, ideolojiler yaratan, ilim
adamlarıyla icat-keşif yaparak teknoloji üreten güçlü ve hâkim bir
Avrupa’dır.
20 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
Böyle bir Avrupa’nın karşısında ortaçağ şartlarının hüküm
sürdüğü, hala Bey’in, Paşa’nın, Ulema’nın, Ayanların hâkim olduğu bir
Osmanlı İmparatorluğu’nun etkilenmemesi, dünyadan kopuk, içine kapalı
halde yaşamaya devam etmesi imkansız görünüyordu. Nitekim 19.yüzyıla
kadar batıya açılma ve yenileşme gayretlerinin boşa çıkmasına ve
başarısız olmasına, kesintiye uğramasına ve yeniçerilerle, bazı ulemanın
muhalefetine rağmen II. Mahmut ıslahat hareketlerine devam etmekten
vazgeçememiştir. O da kendinden önceki padişahlar gibi geleneksel
anlayışla yani otoriter bir tarzda disiplini sağlamakla işe başladı.
Dolayısıyla ilk önce 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırdı. Arkasından
orduda, idarede, eğitimde, diplomaside bazı yenilikler yaptı ise de bu
yaptıkları Osmanlıyı siyaseten ve iktisaden güçlü ve bağımsız hale
getirmeye yetmedi. Nitekim Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanını ve
tehdidini engellemek için Rusya’nın daha sonra Rus tehlikesinden
kurtulmak için de İngiltere’nin yardımına ve himayesine muhtaç olundu.
İngiltere bu fırsat iyi değerlendirerek, Osmanlı
İmparatorluğu’nu küresel ve liberal ekonomiye dâhil etmek için Bab-ı
Ali’ye 1838 Ticaret Antlaşmasının kabul ettirdi. Buna göre yed-i vahid
(tekel) usulü kaldırıldı, ihracattan alınan vergi miktarı %12, ithalat
vergisi ise%3 olarak tespit edildi. Bu şekilde ekonomide liberalleşme ile
imparatorluk toprakları açık pazar haline getirilerek, sömürgeleştirme
sürecine sokuldu. Bu süreçte yerli sanayi ve esnaf yok edildi, devlet ise
borçlanmak mecburiyetinde kaldı. Söz konusu ticaret anlaşmasıyla
İngiltere’ye tanınan imtiyazlar diğer Avrupa ülkelerine de verilmesiyle
imparatorluk sanayileşmiş Avrupa devletlerinin pazarı haline geldi. Zira
Osmanlının rekabet edecek hiçbir sanayi ürünü yoktu. Dolayısıyla 1838
Ticaret Antlaşması (Balta Limanı Antlaşması) yıkılış sürecini
başlattı,dolayısıyla Osmanlıya çok ağıra mal oldu.
a-Tanzimat Fermanı:
1838’de Balta Limanı Ticaret Antlaşmasıyla Osmanlı
İmparatorluğu ekonomik ve ticari alanda piyasa ekonomisine (liberal
sisteme) dahil edildi. Artık sıra Osmanlı toplumunun liberalleştirilmesine
gelmişti. Çünkü Osmanlının geleneksel idari ve içtimai yapısı, serbest
ticarette uymuyor ve engel teşkil ediyordu. Bu engelleri kaldırmak için
Avrupa’nın tavsiyesi ve empozesi üzerine 1839’da Tanzimat Fermanı
ilan edildi.
Tanzimat Fermanı, içeriğine bakıldığında eskiden
kopulamadığını ve yenileşmenin ise zaruri olduğunu vurgulamaktadır.
Bir yandan Kuran’ın hükümlerine ve şeriat kanunlarına uyulmadığı için
devletin çöktüğünden, obür yandan yeni ilkelerle devletin güçleneceği ve
modernleşeceğinden bahsedilmektedir. Bu durum devlet adamlarının hala
eski ile yeni arasında mutereddid olduklarını göstermektedir. Bu
mutereddid tutumları yüzünden hem eskiyi muhafaza, hem yeniyi inşa
Bayram KODAMAN 21
etme gibi ikilik içine düşmüşlerdir. Bu tutumları imparatorluk yıkılıncaya
kadar devam etmiştir.
Tanzimat Fermanı’nın öngördüğü yenilik tabii haklar
alanındadır. Yani insanlar hür ve esir doğar ve öyle yaşarlar. Din ve ırk
farkı gözetilmeden bütün insanların ırz, namus, şeref, can ve mal
güvenliği devlet tarafından garanti altına alınır. Herkese kanun önünde
eşit muamele yapılır. Bu ilkeler liberalizmin ve İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesinin özünü ve temelini teşkil etmektedir. Dolayısıyla
Tanzimat Fermanı’na liberal fikirlerin etkisi altında ilan edilmiş, topluma
ve devlete yeni bir düzen vermek isteyen zihniyetin ve anlayışın ürünü
olarak bakılmalıdır. Ancak çok milletli, çok dinli sanayileşmemiş,
halkının büyük bir kısmı köylü, cahil ve fakir Osmanlı toplumunda bu tür
liberal ilkelerin uygulanabilirliği elbette kolay değildi. Nitekim Ferman
ne Müslüman halkı ne de gayri Müslim halkı tam memnun edebilmiştir.
Ama netice olarak daha kültürlü daha zengin, ticaretle, zanaatla uğraşan
ve Avrupa tüccarlarıyla işbirliği içinde olan Hıristiyanlara yaramıştır.
b-Islahat Fermanı:
Avrupa’nın etkisi ve telkini ile Bab-ı Ali tarafından
Hıristiyanlara daha çok hak verilmesi için hazırlanan ve 1856’da ilan
edilen Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nı teyit eden ve tamamlayan
yeni siyasi-kültürel hak ve imtiyazları ihtiva eden bir fermandır. Bu
niteliğiyle Osmanlı toplumunu tabii haklar esasında bütünleştirmeyi
öngören Tanzimat Fermanı’nın aksine toplumu ayrıştırmaya ve
kutuplaştırmaya götürecek siyasi-kültürel zemini hazırlamıştır. Bu zemin
Hıristiyanlarda muhtariyet ve istiklal arzularını kuvvetlendirirken
Osmanlı devletinden psikolojik olarak koparmış ve Avrupalı büyük
devletlerle işbirliğine ve onların himayelerine girmeye sevk etmiştir. Bu
tarihten sonra dini cemaatler millet olarak nitelendirilmeye başlamıştır.
Kısaca Tanzimat ve Islahat Fermanları öngördükleri Avrupai
usullere ve yeniliklere rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması
ve devletin çöküşünü engelleme yolunda hiç.bir fayda sağlamamış ve
çare üretmemiştir. Aksine çöküşü ve parçalanmayı hızlandırmıştır. Bu
itibarla Tanzimat ve Islahat Fermanları’nın daha ziyade gayri Müslimleri
ön plana alan ve onlarda ayrılma duygularını kuvvetlendiren politikaları
ürettiği söylenebilir.
c-I.ve II. Meşrutiyet Dönemi: Anayasalı ve Parlamentolu
Devlet Modeli
1871 yılından itibaren Tanzimat dönemi (1839-1876) idari,
mali, siyasi, içtimai alanda iflas işaretleri vermeye başladı. Başta Genç
Osmanlılar olmak üzere pek çok devlet adamı ve aydın “bu devlet nasıl
kurtulur” sorusuna cevap ve çözüm arayışına girdiler. Neticede çare
22 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
olarak Avrupa’da olduğu gibi Anayasalı (Kanun-ı Esasi) ve
Parlamentolu(Meclis) bir devlet düzeni fikri ortaya çıktı. Bu düzen
gerçekleşirse Devlet-i Ali’nin kurtulacağına inançları tam idi. Öyle ki bu
fikre karşı olan Abdülaziz’i bir darbe ile düşürmeyi bile göze aldılar ve
yerine önce V. Murad’ı arkasından pazarlıklar sonucu II. Abdülhamid’i
tahta çıkardılar.
1876’da Kanun-ı Esasi ilan edildi. 1877’de de Meclis açıldı.
Artık Avrupa’nın ve gayri Müslim teb’anın bir diyeceğinin kalmayacağı
inancı hakim idi. Zira Meşrutiyet rejimine geçildiğinden Avrupa’nın
müdahalesinin ve gayri Müslim unsurlarında ayrılma isteklerinin önünün
kesileceği ve sona ereceği düşünülüyordu.
Ancak durum beklenildiği şekilde gelişmedi. 1877-78 OsmanlıRus savaşı çıkmasıyla, Şark Meselesi’nin en kritik dönemine gelinmiş
olması ve Ayastefanos ve Berlin antlaşmaları, Büyük devletlerin dış
müdahaleleri, dış baskıları ve özellikle Balkanlar’da Bulgarlar,
Anadolu’da Ermeniler başta olmak üzere bütün gayri Müslimlerin
milliyetçi tavırlarını ve ayrılık isteklerini iyice artırdı. Bu sonuç Kanunu-ı
Esasi’nin de Meclis-i Mebusan’ın da çözüm olmayacağını gösterdi.
Bunun üzerine II. Abdülhamid Meclis’i kapattı ve Kanun-ı Esasiye’yi de
rafa kaldırdı. 1878’den itibaren ülkenin imarına ve eğitime dönük, devleti
savaştan uzak tutan, iç politikada tavizsiz, dış politikayı da İngiltere,
Rusya, Almanya arasında kurulacak dengelere dayandıran kendine has bir
yöntemi benimsemiştir. Ancak 1889’dan itibaren Genç Türklerin ve
kurdukları İttihat ve Terakki Fırkası’nın şiddetli muhalefetiyle, 1891’den
sonra Ermeni olaylarının baskısıyla ve Büyük devletlerin müdahaleleriyle
karşılaştı ve nihayet 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan etmek
durumunda kaldı ve 27 Nisan 1909’da tahttan indirildi.
II. Meşrutiyet’te büyük umutlarla Kanun-ı Esasi’yi yürürlüğe
kondu ve 17 Aralık 1908’de Meclis-i Mebusan açıldı. Artık bütün teb’a
hürriyete, hak ve vazife eşitliğine sahip olacak, kanunsuz hiçbir işlem
yapılmayacak, sansür kalkacaktı. Böylece Osmanlılık şuuru ve ruhuyla
toplumda birlik ve bütünlük sağlanmış olacaktı.
266 kişilik Meclis’te mebusların dağılımı şöyle idi21: Rum
23,Ermeni 12, Yahudi 5, Bulgar 4, Sırp 3, Ulah 1, Dürzi 1, Maruni 1 idi.
Gerisi Müslüman olup Arap mebus sayısı 50, Arnavut mebus 20 kadardı.
Buna göre Meclis’te Türklerin sayısı yaklaşık 106 civarında olup,
azınlıkta idiler. Bu tür bu kozmopolit bu meclisle Osmanlılık ruhunu
yakalamak ve Osmanlı birliğini tesis etmek imkansızdı. Nitekim
21 Mufassal Osmanlı Tarihi, İstanbul 1972, c.IV, s. 3422; Ayrıca bu konuda bakınız:
Ahmet Demirel “Osmanlı Meclis-i Mebusanı I. Devre (1908-1912) Mebusları” Osmanlı,
c.II, (Yeni Türkiye Yayınları) , s.410-419. Yazar makalesinde mebusların sayısını farklı
vermişti.
Bayram KODAMAN 23
1908’den sonra çok partili dönem başlamış, Türk mebuslar hariç,
diğerleri Osmanlı Devleti’ni bırakarak kendi milletleri lehine faaliyet
göstermeye başlamıştır. Bunun üzerine İttihat-Terakki Fırkası ve
hükümetleri Osmanlıcılık ve İslamcılık politikalarının yanına bir de
Türkçülüğü ekleyerek, Türkçülük yapmaya başlamışlardır. Ancak,
İttihatçılar da Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük arasında bocalayıp
kalmıştır. I. Dünya Harbi’nde tam bir ayrışma olmuş, gayri Müslimler ve
gayri Türkler Osmanlılıktan ve Osmanlıcılıktan vazgeçerek İtilâf
Devletleriyle işbirliği yapmışlar ve 1918’den itibaren Osmanlı
Devleti’nden kopmuşlardır. Yalnız kalan Türkler de, 1919’dan itibaren
Mustafa Kemal önderliğinde verdiği Millî Mücadele’yle istiklâlini
kazanmışlar ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır.
Sonuç olarak, Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak, güçlendirmek
ve modernleştirmek için ıslahat-reform-yenileşme, meşrutiyet adı altında
iyi niyetle yapılan hareketler Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan
kurtaramamış, dolayısıyla da hedeflerine ulaşamamışlardır. Ancak bu
reform veya yenilik hareketleri Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına
yol açmışsa da, Türk milletinin uyanmasına ve Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurulmasına zemin hazırladığı ve yardımcı olduğu da hatırda tutulması
gereken bir husustur.
24 Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış
Историкът проф. д-р Стоян Динков каза: „Защо да се разделим с турците? Защо трябва да се разпадаме? Всички находки в нашата история показват, че и ние сме от турски произход.” използва фразите. „ОСМАНСКАТА СПАЗИ БЪЛГАРИТЕ ОТ ИЗНИЩЕНИЕ” „Османците спасиха българите от изчезване със своите административни и социални практики“, каза проф. д-р Динков дава урок по история на онези, които напоследък са се опитвали да насилствено насилват български български граждани от турски произход. Професорът по история, който твърди, че коренните българи са от турски произход, разкрива с документи, че някои от българските царе са от турски произход и езикът, който са използвали е турски. Твърдейки, че турците и българите произхождат от един род, проф. д-р Динков заявява, че турско-българските отношения трябва да се преструктурират от гледна точка на искреност. Според Динков отражението на това върху Европейския съюз също ще бъде положително и в същото време ще осигури по-силно участие в ЕС. „БЪЛГАРСКИТЕ...
Yorumlar
Yorum Gönder