TÜRKLER DE VE KARAÇAY TÜRKLERİN DE  KADINA   BAKIŞ
                               Destanlar ve efsaneler, bir milletin tarihin derinliklerinden günümüze süzülüp gelen sosyal, içtimaî ve kültürel hayatlarının aynası gibidir. Tarih sahnesine ilk çıkan birkaç milletten biri olan Türkler, destan kültürü bakımından bir hayli zengindir. “Yazarı, zamanı ve çoğu zaman mekânı belli olmayan, ama mutlaka ve mutlaka Türk duygusunu, Türk ruhunu, Türk hayat ve ahlâk telâkkilerini aksettirmeleri bakımından, millî Türk tefekkürünün ilk ve gerçek ürünleri olan, Türk destan ve efsanelerinde kadın, daima bir şeref, ahlâk, kahramanlık ve fedakârlık sembolü olarak düşünülegelmiştir” (Sevinç 1992:9).
Türk milleti tarihinin hiçbir döneminde kadın erkek ayrımı yapmadığı gibi, zaman zaman kadın erişilmesi zor kutsal bir varlık olarak değerlendirilmiştir. Tarihin birçok devrinde ve birçok millette, hele hele de günümüzde kadın; cinsel bir obje olarak değerlendirilip, baştan çıkaran, erkekleri eğlendiren, şeytanî ve nefsanî duygulara hizmet eden varlık olarak takdim edilmeye çalışılırken, Türklerde kadın, çoğunlukla etrafına nur saçan, güzelliği ile gözleri kamaştıran, erişilmesi ve ulaşılması neredeyse imkânsız bir varlık olarak tanıtılmaktadır. Aynı şekilde geçmişte ve günümüzde aşağılanan, horlanan, ezilen, âdeta basit bir mal gibi alınıp satılan, köle muamelesi gören kadın, Türk tarihinde tam aksine oldukça farklı bir yere sahiptir. Türklerde kadın genel olarak, iffeti, ahlâk anlayışı, analık duygusu, kocasına sadakati, bilge ve alp kişiliği, idarî, siyasî, sosyal alanlardaki üstün becerileri, dik duruşu ile toplumun temel direği, hatta olmazsa olmazı olarak yerini almıştır.
Türk tarihini en iyi tetkik eden ve en güzel yorumlayan fikir adamlarımız arasında Hüseyin Nihal Atsız da vardır. Türk tarihi alanında oldukça dikkate değer araştırmalar yapan ve ortaya koyduğu çok farklı sonuçlarla dikkatleri üzerine çeken H. N. Atsız; yazmış olduğu tarihî romanlarında, okuyucularını Türk tarihinin sosyal, siyasî ve kültürel olaylarına götürmekte; gerek kurgusuyla gerek üslûbundaki akıcılığı ve dil zenginliği ile ve gerekse üstün muhayyele gücü ile okuyucusuna, edebî bir ziyafet çekmektedir. Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarının böylesine başarılı bir üslûp ve dil zenginliğiyle, böylesine romantik ve realist yaklaşımlarla ustaca yorumlandığı bu tarihî romanlardan, alınması gereken çok büyük derslerin, çıkarılması gereken çok büyük sonuçların olacağını düşünerek böyle bir çalışmayı yapma gereğini duyduk.
Özellikle son yıllarda ülkemize ve Türk toplumuna; “Kadın hakları, kadına fizikî ve cinsel şiddet” konularında hiç de hak etmediğimiz sıfatlar yüklenirken; işin aslını, Türklerde kadının gerçek yerini, başka toplumlarda kadının yerini araştırmak ve saptırılmaya çalışılan bir takım gerçekleri ortaya koymak istedik. Çalışmamız boyunca yerli ve yabancı birçok kaynakların yanında, Türk siyasî, sosyal ve kültürel hayatına âdeta bir ayna tutan büyük yazar H. Nihal Atsız’ın yazmış olduğu çok değerli tarihî romanlarından da faydalandık. Aynı şekilde İslâmiyet öncesi Türk toplumu ile İslâmiyet sonrası Türk toplumunda kadına bakış açılarındaki farklılıkları ve bu farklılıklara sebep oluşturacak bir takım kültürel unsurların rolü üzerinde durmak gerektiğinin altını çizeceğiz.
M. Kemal Atatürk’ün öncülüğünde Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte, kadın haklarına yönelik yapılan çalışmalar, bu alanda çıkarılan kanunlarla kadının, yeniden tarihimizdeki gerçek yerine ulaştırılmaya çalışıldığını iddia edebiliriz.
1. Türk Destan ve Efsanelerinde Kadın Motifi, Ahlâk Anlayışı
Dünya milletleri içinde tarih sahnesine ilk çıkan milletlerin başında Türk milleti gelmektedir. Oldukça zengin bir sözlü geleneğe sahip olan ve bu sözlü geleneğin büyük kısmını destanların oluşturduğu Türk kültür ve mitolojisi, tarihin bilinmeyen dönemlerine ışık tutması bakımından çok önemli bir yere sahiptir. Masallarla destanlar arasında konu bakımından yakın benzerlikler bulunmaktadır. Her ikisinde de olağanüstülükler söz konusudur. Zira bir milletin ortaya çıkışını ve gelişmesini bir insana benzetecek olursak, masallar o milletin daha çok çocukluk döneminin, destanlar ise gençlik döneminin ürünleridir. Bir çocuğun beslenip büyümesi, gelişmesi için, maddî gıdaların yanında manevî gıdalara da ihtiyacı vardır. Bir çocuk için maddî gıdalar içinde anne sütünün önemi dünyanın bütün tıp otoritelerince yadsınamaz bir gerçek olarak ortaya konmaktadır. Çocuk, anne sütüyle ne kadar çok ve uzun beslenirse, ileriki yıllarda o kadar çok sağlam olacağı herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Aynı şekilde bir çocuk manevî gıdalarını da almalı. Şüphesiz ki manevî gıdaların başında ninniler, masallar, ergenlik yaşına doğru destanlar gelmektedir. Maddî ve manevî gıdalarını gerektiği gibi alamayan bir çocuk ileriki yıllarda bedensel ve ruhsal her türlü hastalıklara karşı güçlü bir bünyeye sahip olmamakta, sağlıklı bir ömür sürememektedir. Aynı şekilde bir millet için de durum farklı değildir. O millet tarihi süreci içinde maddî ve manevî gıdalarını alarak çocukluk ve gençlik dönemlerini güzel geçirebilmişse, buharlaşıp kısa sürede yok olmanın aksine tarihe damgasını vuracak, kendisinden dünya durdukça söz ettirecektir. Türk milleti bu şansı yakalamış bir millettir. Türk milletiyle beraber tarih sahnesine çıkan milletlerin birçoğu, hayatlarını idame ettirecek maddî ve manevî gıdalardan yoksun kaldıkları için kısa sürede buharlaşarak yok olmuşlar ve milletler mezarlığındaki yerlerini almışlardır.
Şüphesiz ki, Türk milletini kadim kılan, oldukça zengin bir kültürel mirasa sahip olmasıdır. Uzun bir tarihî sürece sahip olan Türk milletinin binlerce yıl önceki sosyal, kültürel ve içtimai hayatına ait bilgilere ulaşmak için destan ve efsanelerin yeri çok büyüktür. Destan ve efsanelerimizde yer alan belli başlı motiflerin başında kadın gelmektedir. Türk milletinin binlerce yıllık kültürel geçmişinin bir aynası durumundaki destan ve efsanelerimizde kadın âdeta kutsal bir varlık olarak sunulmaktadır. “Hatta Türk muhayyilesinde kadın, çoğu zaman insan değil, karanlıkları aydınlatın bir ışık manzumesi, erişilmesi, dokunulması, koklanması, kısaca beş duyu ile kavranması mümkün olmayan ilahi bir nur huzmesi, iyiliği, yiğitliği telkin eden bir melektir” (Sevinç 1992:9).
“Türk destanlarında, büyük kahramanlar, büyük kahramanların anneleri, kadınları, çoğu zaman ışık veya nur görünüşündeki bir kadından doğmuştur. Mesela, Yaradılış Destanı’nda Tanrı’ya yaratma ilhamı veren Ak Ana, ışıktan bir kadın hayalidir ve Tanrı’nın yalnız Ak Ana’nın yaşaması için yarattığı gökyüzünün on yedinci katı ve fevkalâde aydınlık bir ışık âlemidir” (Banarlı 1971:12).
Oğuz’un ilk karısı, ortalığı karanlık bastığı zaman, karanlığı yararak gökten inen mavi bir ışıktan, ikinci karısı ise, kutsal bir ışıktan doğmuş kutsal kadınlardır. “Aynı şekilde Uygur Destanı’nda Böğü Han semavî bir ışıktan doğmuştur. Garohov’un derlediği Yakut Türkleri ile ilgili bir efsanede, destan kahramanı Ak Oğlan, ocağın içinden çıkan nurlu bir kadın tarafından emzirilmiş, Ak Oğlan doyunca kadın kaybolmuştur” (Ögel 1971:103). “Başkurtların ve Kazak-Kırgızların Kuzu Körpeş ve Bayan Suluv destanlarında kadın bir melek olarak tasvir edilmiştir ve bu destanda kadının gösterdiği fedakârlıklar, erkeklerin fedakârlıklarından daha fazladır” (İnan 1968:271).
H. Nihal Atsız’ın Deli Kurt romanında da kadın, Türk destan ve mitolojilerinde olduğu gibi olağanüstü bir varlık olarak değerlendirilmektedir. Roman şahıslarının başında Gökçen adında bir kız yer almaktadır. Gökçen’in romanda ortaya çıkışı âdeta destan ve efsanelerde yer alan olaylarda olduğu gibi olağanüstülüklere dayanmaktadır. Gökçen’in gözlerinden yeşil ışık fışkırmakta, bu gözlere bakan kişi bu ışığın gücüne dayanamayarak ya gözleri kör olmakta ya da aklını oynatarak ölmektedir. Bundan dolayı Gökçen kız, kendisine bakanlara zarar vermemek için sürekli yüzünde peçeyle gezmekte, çıplak gözle kimseye bakmamaktadır. Asıl adı Murat olan ama çevresindekiler tarafından Deli Kurt olarak adlandırılan kişinin de ilginç bir hayat hikâyesi vardır. Deli Kurt lakabı ile tanınan Murat, Ankara Savaşında Timur’a yenilen Yıldırım Beyazıt’ın küçük oğlu İsa Bey’in oğludur. Yıldırım Beyazıt’ın Ankara Savaşı’nı kaybetmesi ve Timur’a tutsak olmasının ardından Osmanlı devletinde “Fetret Dönemi” başlar. Yıldırım Beyazıt’ın ölümüyle birlikte, oğulları arasında taht kavgası çıkar. Yıldırım Beyazıt’ın küçük oğlu İsa Bey yeni evlenmiştir ve karısı Bala Hatun hamiledir. İsa Bey hem karısını hem de muhtemel olarak erkek doğacak çocuğunun hayatlarını korumak için Bala Hatun’u, gizlice en iyi adamlarından biri olan Çakır’ın köyüne kaçırır. Bala Hatun aylar sonra saklanmış olduğu Çakır’ın köyünde oğlu Murat’ı dünyaya getirir. Ancak Bala Hatun’un, İsa Bey’in eşi olduğundan, Çakır’ın annesi hariç kimsenin haberi yoktur. Hatta Murat’a da söylenmez bu gerçek. Zaten Bala Hatun da eşi İsa Bey’in ağabeyleri tarafından öldürüldüğünü doğumundan bir müddet sonra öğrenir. Eşinin ölüm haberine fazla dayanamayan Bala Hatun da, oğlu henüz bir yaşına gelmeden ölür. Murat, gerçek kimliğini bilmeden, Karesi Beyliğine bağlı, Çakır’ın Türkmen köyünde büyümüştür. Murat, Osmanlı ordusunda iyi bir sipahi olan Çakır tarafından çok iyi yetiştirilir. Genç yaşta sıkı bir sipahi olan Murat, delişmenliği, atikliği ve yiğitliği ile “Deli Kurt” olarak anılmaktadır.
Deli Kurt, Gökçen Kızın hikâyesini köylülerden dinler ve onu bayağı merak etmeye başlar. Çakır ağası ve kendisi gibi genç bir sipahi olan, birlikte büyüdüğü Evren de olduğu halde, Çakır’ın köyünde sularının şifalı olduğuna inanılan bir pınarın başında akşam yemeği yemektedirler. Bu pınar aynı zamanda Gökçen Kız pınarı olarak da bilinmektedir. Hava epeyce karardığı bir sırada Deli Kurt ve yanındakiler gözlerine inanamaz:
Gökçen kız yaklaşıyor ve şekilleniyordu. Büyük bir kayanın gölgesinde oturarak kendisine bakan dört kişiyi yaklaşmadan görmesine imkân yoktu. Suna boylu bir kızdı. O nasıl bir süzülüştü ki, kendi yüreğinin atışını bilen duyan Deli Kurtonun ayak seslerini duymuyordu (Atsız 2003:106). Gördükleri karşısında oldukça heyecanlanan Deli Kurt, Gökçen kızın yaklaşmasıyla ve onun gözlerinden çevreye yayılan yeşil ışığı görmesiyle içindeki heyecan şaşkınlığa dönüşür:
Deli Kurt, yakın mesafeden göğsüne ok yemiş savaşçı gibi şöyle bir irkildi. Sonra kamaşan gözleriyle bir anda çevresini göremeyerek dehşete kapıldı. Bir eliyle gözlerini kapayarak elinde olmadan, yılan sokmuşçasına fırlayıp ayağa kalktı. Göz göze geldikleri zaman kızın bakışlarından yeşil bir ışık çıktı gibi görmüş, bu ışıkla kamaşan gözleri hiçbir şeyi görmez olunca kör oldum sanarak fırlamıştı. Delirmiş miydi? Elini gözlerinden çekip ihtiyatla kıza baktı. Olduğu yerde duruyor, fakat kimseye bakamıyordu. Başını öne eğmiş ve gözleri yerdeydi. Deli Kurt, o zaman kendine geldi ve yerden çılgın gibi fırlayışının yanındakiler üzerinde nasıl bir tesir yaptığını anlamak üzere yüzünü onlara çevirdi. Onlar da kalkmışlardı. Satı Kadın bile ayaktaydı(Atsız 2003:106-107).
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türk destanlarında kadın ya yeşil bir ışık içinde görülmekte ya da perilerden daha güzel bir varlık olarak tanıtılarak insanüstü bir varlık olarak gösterilmektedir. Burada da Gökçen kız, Türk destanlarında olduğu gibi güzelliği ve gözlerinden saçtığı yeşil ışıklarla insanüstü bir varlık olarak tanıtılmaktadır.
Romanda Gökçen kız, sadece dış görünüşü ile değil, aynı zamanda hisleriyle, ruh hâliyle de insanda olmayan üstün meziyetlere sahipti. Gökçen kızın güzelliği ve cazibesi karşısında âdeta kendinden geçen ve ona âşık olan Deli Kurt, kendisine anlatılanlara aldırış etmeden Gökçen kızın yaşadığı Yassı tepenin arkasına gitmeye karar verir. Sabahın erken saatinde yola çıkar ama yolu bilmediği için gecikmeli olarak Gökçen kızın yaşadığı Yassı tepenin arkasına varır. Kendisini çok güzel karşılayan Gökçen kızın sözleri karşısında Deli Kurt’un şaşkınlığı iyice artar:
-Güneş doğmadan yola çıkmıştın. Neden bu kadar geç kaldın? İşte peri kızı dedikleri Gökçen her şeyi biliyordu. Deli Kurt bütün cesaretini toplayarak içindeki güvensizliği attıktan sonra cevap verdi:
-Peri kız mısın? Böyle her şeyi biliyorsun.
-Karanlıkta seni yol alırken gördüğüm için biliyorum.
Deli Kurt içinde bir ferahlık duydu. Ama neden “Peri kızı değilim” dememişti? Bunu yeniden soracaktı(Atsız 2003:118-119).
Deli Kurt, Gökçen’in gözlerini çok merak etmektedir. Ancak Gökçen, gözlerinden süzülen yeşil ışığın bakanlara zarar verdiğini bilmektedir. Lâkin, sevdiği ve kendisine gerçek sevgiyle bağlı birinin bu yeşil ışıktan etkilenmeyeceğini düşünmektedir. Deli Kurt, Gökçen kıza gönül vermiş, Gökçen kız da Deli Kurt’un sevgisine ve samimiyetine inanarak onu sevmiştir. Gözlerinden süzülen yeşil ışığın zarar vermeyeceğini düşünerek, o gece buluştuklarında artık Deli Kurt’a gözlerini gösterecektir:
Hiçbir şeyden korkusu olmayan Osmanlı sipahisi korku ve heyecandan titreyerek başını yavaş yavaş kaldırdı. Kamaştırıcı bir ışığın gözlerinin içine dolacağını sezerek önce Gökçen’in çenesini, sonra dudaklarını gördü. Göz göze gelince ok yemiş gibi sarsılarak ve ejderha görmüş çocuk gibi titreyerek:
-Aman Allah’ım! Bunu gayet yavaş ve kısık bir sesle söylemiş, çünkü bütün gücü kesilmiş ve şaşkınlıktan aklı başından gitmişti. Bağıracak kuvveti olsaydı bütün çevrede yankılanacak bir kükreyişle haykırırdı. Bir çift çekik yeşil göz ışık saçarak kendisine bakıyor, bütün irâdesini yok ediyor, gözlerini kamaştırıyor, Deli Kurt’u zevkten bayıltacak hale getirirken, korkunç şekildeki yırtıcı bakışıyla da titretiyordu(Atsız 2003:190-191).
Görülüyor ki, Gökçen kız, Türk destanlarındaki kadın motifi ile çok büyük benzerlikler taşımaktadır. Oğuz Kağan’ın annesi gökten yeşil bir ışık arasında inerken ve insanüstü eşsiz bir güzelliğe sahipken, Gökçen kız da gözlerinden çevreye yaydığı yeşil ışıkla kendisine kem gözlerle bakanları helâk edecek güce sahiptir.
Türk destan ve efsanelerinde ahlaksızlığın, çirkinliğin yeri yoktur. Kadın hiçbir zaman cinselliği ile ön plâna çıkmaz. Her zaman saygı duyulan, el üstünde tutulan bir varlık olarak karşımıza çıkmaktayken, başka milletlerde aynı şeyleri görmek mümkün değildir.
“Türk millî muhayyilesi, kadına mutlaka bir kutsallık izafe etmiş, onu, Tanrı’ya ilham veren ve diğer bazı milletlerin destanlarında olduğu gibi, gayri meşru ilişkiler sonucu değil Tanrı’nın bir buz parçasının içinde gönderildiği kutsal buğday tanesinden, ilâhlardan, nurdan ve ışıktan hamile kalan bir namus ve şeref abidesi olarak düşünmüştür” (Sevinç 1992:11).
“Nitekim, Türk mitolojisinde, güzellik ilâlesi olan, fakat Yunan aşk tanrıçası Afrodit gibi, sevişmeyi, cinselliği temsil eden değil, namus ve fazileti temsil eden Ayzıt, ancak namusunu muhafaza etmiş kadınların loğusalığına gidip onlara yardım ederdi, ahlâksız kadınlar ne kadar yalvarırsa yalvarsınlar, ne kadar kurban keserlerse kessinler, Ayzıt onların yardımlarına gitmezdi” (Uraz, 1967:55).
Türk kolektif vicdanı, iyileri, doğruları, temiz ahlâk sahibi olanları nasıl mükafâtlandırıp, kötüleri nasıl kınayıp cezalandırıyorsa, Ayzıt da aynı şekilde bu kolektif vicdanın mitolojik görüntüsü, Türk töresinin, Türk tefekkürünün ve çağımıza kadar devam edegelen Türk namus ve ahlâk telâkkisinin şaşmaz ve yanılmaz sembolüydü. Oysa, Yunan tanrıçaları kavgacı idiler. Birbirleri ile dövüşürler, rüşvet teklif ederler, birbirlerini kıskanırlar, hile yaparlar, bir insanoğlunun kaçırılmasına yardım ederlerdi. Yunan mitolojisinde tanrıça Athena, büyük tanrı Zeus’un hem karısı hem de kız kardeşiyle evlenmesini mübah karşılayan ve hatta teşvik eden bir düşünce tarzı demektir. İlerideki bölümlerde inceleyeceğimiz gibi, bazı milletler böylesine sapık bir evliliği mâkul karşılayabilmiş, fakat hiçbir Türk destanında böyle bir kepazelik görülmemiştir. Çünkü Türk mitolojisindeki kahramanların hatunları Tanrı tarafından gönderilen, kutsal kadınlar olduğu gibi, erkek insanî, kadın da ruhanî bir kisveye bürünmüştür (Ögel 1971:87).
Türkler, gerek destan ve efsanelerde gerekse reel hayatın her alanında ve her devrinde kadın-erkek iç içe hayatlarını idame ettirmiş ve ettirmektedirler.
Kadın-erkek ilişkilerinin böylesine iç içe ve samimi olmasına ve kızlar ile erkeklerin her yerde, her işte beraber olmasına rağmen Türk destanlarında çirkin olaylara rastlanmayışı, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Gerçekten de diğer birçok milletin millî destanlarında cinsellik, gayri meşru ilişkiler adeta vazgeçilmez bir unsur olduğu halde, Türk düşüncesi gerçek hayatta olduğu gibi destanlarda da cinselliği ve şehveti hiçbir surette konu edinmemiş ve hatta bu tipleri şiddetle lânetlemiştir (Sevinç:1992:18).
“Oğuz destanında, ırza tecavüz edenlerin öldürüldüğü veya gözlerine mil çekildiği ifade edilirken” (İnan 1968:154). İran’ın ünlü destanı Şehname, bu tür haksızlıkların hikâye edildiği bir kitaptan ziyade gayri meşru ilişkilerin anlatıldığı bir destan görünümündedir. Meselâ, Şehname’nin kadın kahramanlarından biri olan Sûdâbe, üvey oğlu Siyavuş’a aşık olur, çirkin tekliflerde bulunur. Siyavuş’u hile ile defalarca haremine çağırır ve kızı ile evlenmek isteyen Siyavuş’a şöyle hitap eder:
Ben sana kızımı vermesine vereceğim ama, önce bir kere şu benim yüzüme, başıma ve tacıma bak. Bak da söyle benim aşkımdan yüz çevirmek için nasıl bir bahane buluyorsun? Şu boyumdan, posumdan ve yüzümden hiç hoşlanmıyor musun? Seni gördüm göreli ölüyorum, hastalandım. ….. Haydi gel kimsenin haberi olmadan beni bir kere sevindir de, gençliğimin günlerini tazelendirip onları bana yeniden bağışlayıver (Firdevsi:1968: 392-393).
Türk destan ve efsanelerindeki ahlâk anlayışı, kadına bakış açısı ve iffetli kadın anlayışı, H. Nihal Atsız’ın romanlarında da ön plâna çıkmaktadır. Tarihî romanlarında çok az kadın şahsiyete yer veren Atsız, kadını dişiliği ya da şuhluğu ile asla ön plâna çıkarmamaktadır. Onun romanlarında yer alan çok az sayıdaki kadın, Türk destan motiflerinde olduğu gibi, iç ve dış güzelliği ile gözleri kamaştıran, iffet ve namusuna oldukça düşkün, eşine ve ailesine sonsuz bir duyguyla bağlı, her durum, her şart ve her yaşta elleri öpülesi bir ana, merhamet ve hoşgörü abidesi, vatanı, milleti, namusu söz konusu olduğunda eşine az rastlanan cesur ve yiğit, velhasıl mübarek bir varlıktır. O mübarek kadın hiçbir zaman şan, şöhret ve parada gözü olmayan, bir lokma bir hırka diyebilecek kadar alçak gönüllü ve mütevazi bir kişiliğe sahiptir. Yazarın, Bozkurtların Ölümü romanında İşbara Alp’ın kızı Almıla bu konuda en büyük örnek şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bozkurtların Ölümü romanında, Çinli bir hanedan kızı olan İ-çing beraberinde kardeşi Şen-king de olduğu halde Göktürk devletine sığınır. İ-çing’in ailesi Çin’de tahttan indirilmiştir. Bu Çinli kız, Göktürkleri kışkırtarak Çin’in üzerine yürütmek ve yeniden kendi ailesinin kaybettikleri tahtı geri almak gibi gizli bir maksatla Göktürk kağanı Çulluk Kağan ile evlenir ve böylece Göktürk devletinde Katun unvanını alır. Bir müddet sonra Çulluk Kağan’ı zehirler ve onun yerine geçen Kara Kağanla evlenir. Beraberinde getirdiği kardeşi Şen-king Çin ordusunda subayken, bu sefer de Göktürk ordusunda yüzbaşı olarak görevine devam etmektedir. Göktürk devletinde gaflet, dalâlet ve ihanet diz boyudur. Şen-king bir müddet sonra binbaşılık rütbesine yükselir ve şımardıkça şımarır. Ne de olsa Göktürk kağanının kayınbiraderi, Katun’un kardeşidir. Göktürklerde binbaşılık rütbesi bugünkü generallik rütbesi ile eş değerdir. O, bir general, o bir beydir!
İşbara Alp’in kızı Almıla, Ötüken’in en güzelidir ve bu güzelliği ile dillere destan bir kızdır. Onlarca, yüzlerce hayranı vardır. Ama onu Çinli subay Şenking de istemektedir ve amacına ulaşacağına kesin gözüyle bakmaktadır. Göktürk ordusunun en yüksek rütbeli subayları arasındadır ve dolayısı ile “Bey”lik unvanına ulaşmıştır. Kağanın kayınbiraderidir. Şan ve şöhret tamdır. Bu durumda Almıla’nın kendisine “hayır” deme ihtimali olamaz. Ancak Şenking’in düşündüğü gibi olmaz ve Almıla kendisini reddeder:
“Sonunda bu işin kendisini bitireceğini anlayarak kız kardeşi İçing Katuna başvurup yol göstermesini diledi. İçing Katun her şeyden önce bu evlenmeden kendi ailesine bir fayda gelir mi, ailesi yine Çin’de kağanlık tahtına çıkar mı diye düşündü. Şen-king, Almıla ile evlenirse İşbara Alp’ın da yardımını elde edecekleri muhakkaktı. İçing Katun Türk göreneğince Şen-king’in üç gece üst üste Almıla’nın çadırına girerek onunla konuşmasını, kendisiyle evlenmeğe kandırmasını öğütledi. Şen-king böyle bir Türk geleneği olduğunu bilmiyordu.
-Çadırına girersem bana bir şey demezler mi? diye sordu.
-Demezler, zaten geç vakit gireceksin.
Almıla beni istemiyor, çadırına alır mı?
-Türk göreneği böyledir. Kız seni istemese de bir şey demez. Sen tatlı dille kızın gönlünü çalmağa çalışacaksın.
-Ya kazanamazsam?
-Üç gece üst üste gidip kazanmağa uğraşırsın. Kazanamazsan artık dördüncü gece gidemezsin.
-Bu Türkler çok tuhaf!
-Şunu da sakın unutma: Geceleyin karanlıkta kızla çok ciddî olacaksın. Sakın albıza1 uyup taşkınlık etmeğe kalkma, öldürürler.
Şen-king’in benzi attı. Türklerin işine bir türlü akıl erdiremiyordu.”
Şen-king ablasının söylediklerini korka korka yerine getirmeye karar verir, ilk gece Almıla’nın çadırına girer. Çadırdaki diğer aile mensupları uyanır ve onun geldiğini görürler ama, hepsi de kafalarına yorganı çekerek onları görmezden gelirler.
“Almıla hep yatıyordu. Çin beği yalvardıkça ‘Sende gönlüm yok’ diye kestirip atıyor, ‘Seni almak için ne yapayım?’ diye sordukça ‘Boşuna uğraşma’ diye cevap veriyordu. Şen-king’in gönlü umutsuzlukla dolmuştu. Almıla’nın kendisinden tiksindiğini anlamıştı. Katunun kardeşi, bir Çin tiğini ve Türk ordusunda tümenbaşı olduğu halde bu kız kendisini istemiyordu. Fakat Türk göreneğine uyarak onu çadırından kovmuyor, onunla konuşuyordu(Atsız 2010:218).
Burada ilgi çekici bir durum vardır. Türk töresinde bir kızı istemek için gece yarısında o kızın çadırına girip kızı ikna etmeye çalışmak serbesttir. Ama orada çirkin bir harekette bulunmak, kızı rahatsız edici bir davranışta bulunmak çok büyük bir suçtur.
Türk töresinde evli bir kadına ilişmenin cezası ölümdü. İçing Katun’un Ötüken’e gelmesiyle birlikte arkasından çok sayıda Çinli de ülkelerini terk ederek Göktürk devletinin merkezi Ötüken’e gelip yerleşirler ve gün geçtikçe çoğalırlar. Ancak Türk töresinden habersiz olan bu Çinliler zaman geçtikçe Türk ahlâk yapısına ve töreye aykırı davranışlar içinde bulunmaya başlarlar. Sarayda yapılan bir toplantıda Kara Kağan’a karşı Kürşad endişesini açık açık dile getirmektedir:
-Kolaydır ama iş bu kadarla bitmiyor. Bu Çinliler Türklerin ahlâkını da bozuyor. Tutsak Çin karıları bin türlü kannış(cilve) yapıp Türk erkeklerini kandırıyorlar. Bizim kızlarımız böyle kannış bilmez. Çin erkekleri nasıl kötü mallarını bize iyi maldır diye sürüp bizi aldatıyorlarsa, Çin kadınları da kendilerini boya ile, kannış ile süsleyip Türk erlerine satıyorlar. Erkekler çabuk kanar. Çin kızlarını bir şey sanıyorlar. …. Evli kadına kötü gözle bakılır mı? Türk töresinde evli kadına ilişmek ölümle biter. Biter ama artık bu töre de suya düştü. Çünkü evli kadınlar artık buna razı oluyorlar. …..
Türk kadını olursa böylesi bulunmaz. Ama Çinli kadınlardan çıkıyor işte!... Çünkü Çinli erkeklere para, mal gerek. Onun kesesi akça ile dolmalıdır. Akçeyi almak için de malını verir, her şeyini verir, daha ileri gider, karısını da verir. Çin karıları Türkleri böyle soyup kocalarını zengin ediyorlar(Atsız 2010:81-82).
Yukarıdaki örneklerden ve burada yer veremediğimiz pek çok örneklere bakarak, Türklerin diğer milletlere göre çok sağlam bir ahlâk yapılarının bulunduğu, kadının namusu her şeyin üstünde tutulduğu anlaşılmaktadır.
2. Türklerde İdeal Kadın Tipi ve Kadına Verilen Değer
Türklerde kadın her zaman anadır. Evladı kaç yaşında olursa olsun, hangi konumda olursa olsun onun koruyucu meleği, yol göstereni, üzerine titreyenidir. Türkçü şair Mehmet Emin Yurdakul, ideal Türk kadını ve dolayısıyla Türk anasını şu mısralarla dile getirmektedir:

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar