AKP 21 YILLIK İKTİDARDAN ÇÖKÜŞE.
Merhaba, iyi günler. Adalet ve Kalkınma Partisi yarın 21 yaşına basıyor. Bu vesileyle bugün ikinci yayının başlığı: “Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde Türkiye’de İslâmî hareketler”. Ama bunun değişik yönlerinin; siyâsî İslâm’ın, toplumsal İslâm’ın ve İslâmiyet’in kendisinin nasıl dönüştüğünü ele almak istiyorum. Dün, mâlum, AKP’nin özellikle nasıl dönüştüğünü ele alıp, geride bir tek Erdoğan’ın kaldığını söylemiştim.
Bugün, geride İslâm ve İslâmî hareketler adına ne kaldığını, nelerin dönüştüğünü ele almak, değerlendirmek istiyorum. Özellikle AKP iktidâra geldiği andan îtibâren, gelmeden önce ve geldiği andan îtibâren farklı kesimlerde, Türkiye’de bir şerîat düzeni olup olmayacağı merâkı, endîşesi ya da umudu vardı. Erdoğan da AKP’nin ilk anlarından îtibâren şerîat düzeni tâbirini ciddîye almadığını, gülüp geçtiğini söylemişti. Ama muhâlefetteki insanların büyük bir kısmı onun gizli bir gündemi olduğunu, takiye yaptığını ve Türkiye’ye şerîat getirmek istediğini düşündüler. Geçen süre içerisinde, AKP kurulduktan çok kısa bir süre sonra tek başına iktidâra gelip, 20 yıldır ülkeyi neredeyse tek başına –“neredeyse”ye özellikle dikkat çekmek istiyorum–yönetmesinin sonucunda geldiğimiz noktada baktığım zaman, 20-21 yıl önce Türkiye’deki İslâmî hareketin konumunun değiştiğini, toplumsal İslâm’ın –yani Sünnî cemaatleri kastediyorum, ki bu konuda bir yazı yazdım ve çok ilgi gördü; ardından bir de yayın yapmıştık– iflâs ettiği kanısındayım. İslâmiyet’in kendisine baktığımız zaman, görünüşte ilerleme var, hâkimiyet var, devlet eliyle yukarıdan aşağıya bir İslâmîleştirme çabası var. Eskiden yasak olan ya da aykırı olan, yadırgatıcı olan her şeyin normalleşmesi var. Ama baktığımız zaman, sonuçta çok büyük bir yıkım var — ben öyle görüyorum.
Türkiye’de şu anda yasal alanda siyâsal İslâm olarak tanımlanabilecek, ciddîye alınabilecek herhangi bir güç olduğu kanısında değilim. AKP’nin de siyâsal İslâmcı bir parti olduğu kanısında değilim. Hattâ AKP’nin artık bir parti olma özelliğini koruduğunu da düşünmüyorum. Erdoğan, Türkiye’deki toplumsal, siyâsal ve de tabii ki kültürel İslâmî dalganın üzerinden yükselip, burada kendisini merkeze alan popülist bir iktidârı inşâ etti, otoriter bir rejimi inşâ etti. Tabii ki bunu yaparken kendi dindarlığını, dini ve dinî cemaatleri, İslâmî cemaatleri, İslâmî hareketleri, özellikle Suriye söz konusu olduğu zaman bölgedeki İslâmî hareketleri kullandı. Ama sonuçta onun kriziyle berâber, hepsinin hep birlikte çöküşe geçtiğini görüyoruz. Burada tabii başlı başına bir Fethullahçılık olayı var. O olay apayrı bir olay. Türkiye Cumhuriyeti târihinin en ciddîye alınması gereken örgütlenmelerinden birisi Fethullahçılık –bir diğeri de tabii ki PKK– ve 1970’li yılların başında İzmir’de Fethullah Gülen’in temelini attığı, özellikle devlet içerisinde çok ciddî bir şekilde örgütlendiği bilinen, arada engellenmek de istenen bu hareketin devletten kazınması, en güçlü olduğu andan kısa bir süre sonra yine İslâmî iddialı bir iktidar tarafından gerçekleştirildi — bunu akıldan hiç çıkartmamak lâzım.
28 Şubatçılar Fethullahçılar’ı hedef aldı, 12 Eylülcüler kısmen, 12 Martçılar kısmen; ama Fethullahçılar’la, Fethullah Gülen’le hep bir kavga vardı. Ama onlar kavga ettikçe, Fethullahçılar güçleniyordu — çok ilginçti. Fethullahçılar’ın yediği en büyük darbe Erdoğan’ın eliyle oldu. Bu özellikle başlı başına önemli bir olay. Tabii bu savaşın yarattığı çok önemli bir kırılma da şu: Türkiye’deki İslâmcı anlatının en temel özelliği şudur: İkili bir yapı vardır; bir tarafta Atatürk’ün inşâ ettiği laik Cumhuriyet ve onun hedef aldığını iddia ettikleri dindarlar, dinî cemaatler. Sonuçta Türkiye târihini, Cumhuriyet târihini böyle anlatan ve İslâmcılığı, İslâmî yapılanmaları buna bir tür direniş olarak tanımlayan bir anlatı vardı. Bu anlatı Fethullahçılar’la Erdoğan iktidârı arasındaki savaşla berâber çöktü. Yani şöyle çöktü; kimse, “öyle değilmiş aslında” demiyor belki, ama Fethullahçılar’la Erdoğan iktidârı arasında yaşanan savaş o kadar “kanlı” geçti ki, Cumhuriyet’in ilk yıllarına atfedilen şeylerin birçoğu; daha sonrasına da atfedilen, laik devlete atfedilen, onların tâbiriyle “zulm”ün çok ötesinde şeyler yaşandı Türkiye’de ve yaşanmaya da devam ediyor. Binlerce kişi cezâevine atıldı, işlerinden edildi, ülkeyi terk etmek zorunda kaldı; terk etmeye çalışırken, kaçmaya çalışırken Meriç Nehri’nde ya da Ege’de boğulanlar oldu, cezâevinde doğan çocuklar oldu, hastalar oldu ve bütün bunlara karşı kayıtsız bir devlet var. Ama bu devlet, bu iktidar, laiklik iddiasındaki bir devlet değil; tam tersine Türkiye’de İslâm’ı ihyâ etme iddiasındaki bir iktidar. Bu çok çok önemli bir olay. Bu, Cumhuriyet târihinde yaşanan en önemli olaylarından birisi bana göre ve bunun Türkiye’de hem siyâsal İslâm’a hem toplumsal İslâm’a, ama aynı zamanda bir din olarak İslâmiyet’e ve genel olarak dindarlara yönelik çok olumsuz etkileri oldu ve olmaya devam edecek. Bütün bunlar AKP iktidârı döneminde oldu tabii. Bir diğer husus –“Toplumsal İslâm’ın iflâsı” bahsinde çok uzun ele aldığım için hızlıca geçeceğim–, İslâmî cemaatler, özellikle Fethullahçılar’la savaşın ardından iktidârın kanatları altına alındı, ama aynı zamâanda elleri kolları bağlandı iktidar tarafından. Belki önlerine yiyemeyecekleri kadar yemek verildi; ama hiçbir yere kıpırdamalarına da izin verilmedi. Kendi başlarına hareket etmelerine izin verilmedi. Bunu büyük bir çoğunluk kabul etti ve bunu kabul ederek, o yedikleriyle alabildiğine şiştiler. Bir tür obez yapılara dönüştüler. Genellikle ben buna “hormonlu büyüme” diyorum; ama bu, aşırı bir şişmanlama olarak da görülebilir ve şimdi AKP’nin güç kaybıyla berâber, yaşanan ekonomik ve siyâsî krizle berâber, bunlar da hayâtın gerçekleriyle karşılaşıp çok ciddî bir şekilde gerileyecekler, küçülecekler, zayıflayacaklar ve bir daha kendilerini nasıl toparlayacaklarından da açıkçası çok emin değilim.
Siyâsal İslâmcı yapılara gelince, zâten bunun temelinde öncelikle Millî Görüş hareketi vardı. İçinden çıkan partilerden birisi olan AKP ülkeyi yönetti. Bir diğeri Saadet Partisi; hep belli bir yere kadar gelip ötesine geçemedi. Erbakan hayattayken de böyle oldu, Erbakan sonrasında da böyle oldu. Şimdi Erbakan’ın oğlunun kurduğu Yeniden Refah Partisi’nin aşırı popülist birtakım argümanlarla, iddialarla bir tür Zafer Partisi’nin İslâmcı versiyonu gibi küçük de olsa bir silkiniş içerisinde olduğunu görüyoruz. Ama Türkiye’de çok da istikbal vaat eden İslâmcı bir parti yok. İktidârı kaybetmesi durumunda AKP’nin ne olacağını, AKP’den geriye ne kalacağını yarın değerlendireceğim. Ama tekrar söylüyorum: AKP artık ne bir parti, ne de İslâmcı. Her şeyin olduğu, ama hiçbir şeyin olmadığı, her şeyi alan ama hiçbir şeyi olmayan bir olgu hâline dönüştü.
Beğen
Yorum Yap
Paylaş

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar