MACARLARIN KÖKENİ
Kesin Bilgiler, Varsayımlar, Düşünceler
THE ORIGIN OF THE HUNGARIANS
Absolute Truth, Assumptions, Arguments
Öz: Macarların kökeni tarih boyunca devamlı surette ilgi çekici bir konu olmuş; tarihçiler,
arkeologlar, antropologlar, dil bilimcileri, konu ile ilgilenen bilim insanları ve entelektüeller
çeşitli görüşler ve düşünceler ortaya koymuşlar, yorumlar yapmışlardır. Ortaya koyulan
görüşler, düşünceler ve yorumlar içinde bilimsel verileri dikkate alarak sonuca ulaşanlar
olduğu gibi, bilimsel verileri dikkate almadan hayal ürünü birtakım oluşumları gündeme
getirenler de vardır. Macarca aslından Türkçeye çevirisi yapılan bu makale, Macarların
kökenine dair tezleri, düşünceleri, varsayımları Orta Çağ kroniklerinden başlayarak bilimsel
veriler ışığında yapılan araştırmalara kadar incelemektedir. Makale, Macarların kökenine
dair efsanelerden yola çıkarak yüzyıllara yayılan araştırmaları, düşünceleri, tezleri,
yorumları detaylı bir şekilde anlatmakta; konuyu tarihi, coğrafi, arkeolojik, antropolojik, dil
bilimsel, etnografya yönleriyle de derinlemesine ele almaktadır. Makale, yüzyıllardır zihinleri
meşgul etmekte olan Macarların kökeni sorununa Türk tezi ve Fin-Ugor tezi açısından
yoğunlaşırken, aynı zamanda konu ile ilgili diğer tezleri de gözden geçirmekte ve konuyu
bütüncül bir şekilde incelemektedir.
Anahtar Kelimeler: Macarların kökeni, Türk tezi, Fin-Ugor tezi, yurt tutuş.
Abstract: The origin of the Hungarians has been historically an interesting subject-matter;
and the historians, archeologists, anthropologists, linguists in addition to other interested
scientists and intellectuals have put forward various views, arguments and comments in this
regard. While some of such views, arguments and comments have managed to make a
conclusion with due regard to the scientific data, there are people who have put forward a
series of imaginative formations with no regard to the relevant scientific data. This article
translated into Turkish language from the original Hungarian material discusses the theses,
views, and assumptions put forward concerning the origin of the Hungarians based on the
researches conducted under the light of the existing scientific data starting from the Middle
Age chronicles. The article describes in details the researches, views, theses and comments
spread over the centuries starting from the legends about the origin of the Hungarians; and
attempts to make an in-depth analysis of the subject-matter on the score of its historical,
geographical, archeological, anthropological, linguistic and ethnographical aspects, amongst
other things. The article concentrates on the issue of the origin of the Hungarians, which
remains to occupy the people’s mind for centuries, from the angle of the Turkish thesis and
the Finno-Ugric thesis, while, at the same time, reviewing other theses put forward about the
issue, and, thus, addresses the subject-matter in a holistic way.
Key words: The origin of the Hungarians, Turkish thesis, Finno-Ugric thesis, Hungarian 
“Son yılların süregelen dinginliğinin sonucunda bizler de sakin bir yaşam sürdüğümüzden,
önümüzde her zaman farklı çeşit çeşit meseleler olduğundan, sohbetler sırasında bazen güzel
tartışmalar yapardık, tartışma esnasında birçok kez Macar milletinin en eski tarihi ve Macarların
neşet ettiği toprak parçası ve eskiden adı Pannonia1
, şimdi Macarlardan dolayı Macaristan olan
bu bölgeye ne şekilde geldikleri hakkında farklı görüşler taşıdığımızdan aramızda önemsiz
münakaşalar da yaşanırdı”. 1488’de yayımlanmış olan eserinde (Chronica Hungarorum) Kral
Mátyás’ın2 başkâtibi olan János Thuróczy, Macarların kökenine ve göç yollarına ilişkin o zamanki
bilgilerimizin kesinlik taşımadığını bu şekilde ifade etmektedir (Thuróczy, 1980, 7). O zamandan
beri beş yüz yıldan fazla bir zaman geçmesine ve Macarlığın etnogenetiği ile ilgilenen tarihi, dil
bilimsel, arkeolojik, etnografik, antropolojik ve diğer eserler birçok bağlamda bilgilerimizi
zenginleştirmesine rağmen, kadim tarihimizin çok sayıdaki problemi günümüzde de
çözümlenemeyen ve yaygın şekilde yaşanan heyecanlı tartışmaların konusu olmaya devam
etmektedir. En eski tarihimiz, aynı şekilde sık sık bilimsel konferansların, halka açık sunumların
ve arkadaş sohbetlerinin de konusunu oluşturur. Yakın geçmişte ve uzak geçmişte, yani 20.
yüzyılın yanı sıra bugünkü Macarların büyük çoğunluğunun da en eski atalarının karanlıkta
kaybolan geçmişi ile ilgilendiği görülmektedir. Bu durum, modern Macar tarih çalışmasına ara
vererek birkaç ay Macar kadim tarihinin bugüne kadarki çok kapsamlı literatürüne girmek ve
yüzyıllardır süren tartışmaların ana çizgilerini gözden geçirmem için yıllar boyunca tecrübe
edinip seçkin hale gelmiş dikkati harekete geçirdi. Amacım doğal olarak, sadece Macarların
kökeni ile bağlantılı tartışmalı soruların cevabını vermek olmadığı gibi, aynı zamanda konuya
ilişkin varsayımların, teorilerin ve araştırmaların kısa bir özetini çıkarmaktı. Bununla beraber bu
süreç zarfında (1) farklı disiplinlerin araştırma sonuçlarının temelinde emin olunabilen; (2)
varsaymak için sebebimiz bulunan ve (3) mümkünatı olmayan düşünceler arasında
değerlendirilenleri anlatmaya gayret ettim. Son sıradakinin içine metodolojik olarak temelsiz,
gerçekten yalan yanlış ve doğruluğunun ispatı bugünkü bilimsel kazanımlarımızın tamamı inkâr
edilmeden tasavvur dahi edilemeyecek olan varsayımları koydum.
1. Orta Çağ Kronik Geleneği: İskitler, Hunlar, Avarlar
Macaristan’daki tarih literatürünün günümüze kalan ilk eseri III. Béla’nın3 kâtibinin 1200
civarında düzenlediği, edebi öğeler bakımından zengin gestası4
(Gesta Hungarorum) Orta Çağ
Hristiyan kroniklerinin geleneksel sürecini takip ederek Macar halkının kökenini İncil’deki
zamanlara kadar geri götürür. İncil’e göre Tufan’da sadece Nuh ve ailesi hayatta kaldığından
dolayı diğer halklara benzer şekilde Macar halkının da Nuh’un üç oğlunun birisinden kökenini
alması gerekiyordu. Sam, Ham ve Yafet arasından Anonymus5 – keza o zamanki geleneği takip
ederek – Macarları Avrupa halklarının atası sayılan Yafet’ten neşet ettirdi. Buna karşın Macar
halk ismini kendi etimolojik bulgusuna tanıklık eden Yafet’in bir oğlu, Magóg’un isminden
sonuca bağladı. Nitekim erken Hristiyan tarih yazımının büyük otoritesi, 7. yüzyılda yaşamış
Sevilla’lı Izidor, Magóg’u Gotların atası olarak takdim etmişti. Üstad P.’ye göre “ünlü ve iktidar
sahibi Kral Atilla” Magóg’un soyundandı ve “Kral Atilla’nın ulusundan olan” Reis Álmos’un
babası Ügyek de ondan neşet etmişti.
Anonymus’un anlatımında Magóg’un ve haleflerinin ikametgâh yeri yüzyıllar boyunca
“bizden”, yani Karpatlar’dan doğuya ve Karadeniz’den kuzeye doğru “Don isimli ırmağa” kadar
bütünüyle yayılmış olan İskitya (İskit ülkesi), diğer adıyla Dentümogyer idi. İskitya, Herodot’tan
başlayarak Antik ve Orta Çağ coğrafyacıları tarafından barbar olarak görülen doğulu göçebe
halkların yerleştiği ve sınırları zaman zaman değişen bir temel kavram olarak kabul edildi. 

Dentümogyer (Dentumoger) onunla bir tutulmasına rağmen sadece İsimsiz’de öne çıkan coğrafi
bir isimdir. İlk kelimede araştırmacıların çoğunluğu Don, yani Donyec ismini, ikinci kelimede ise
Macar halk adının bulunduğu kanaatindedir. Buna karşın András Róna-Tas, dentümagyar’ın yedi
Macar’ın (hétmagyar) Türkçe karşılığı olduğu, dzsetimadzser’in (yedi Macar) bozulmuş bir şekli
olabileceği kanaatini taşımaktadır. Bölgenin iki ismini Anonymus oranın sakinlerine de sirayet
ettirmişti. Buna göre aralarına uygun gördüğü şekilde Atilla ve – İskitya’nın en önemli hükümdarı
olan – Ügyek’i de kattığı İskitleri “genellikle”, sırası geldiğinde “kendi dillerinde” “dentümogyer
olarak adlandırırlar”. Atilla, 451’e kadar (Katalanum Savaşı’nın olduğu yıl) İskitya’daki
yurdunda yaşadı. Bu zamanda “güçlü bir orduyla” “Pannonia toprağına geldi ve Romalıları
kovduktan sonra ülkeyi hâkimiyeti altına aldı”. Aralarında Ügyek’in oğlu Álmos’un da
bulunduğu “Yedi Macar olarak adlandırılan yedi reis” ise “İsa’nın doğumunun 884. yılında”
İskitya’dan yola çıktı ve batıya “soyundan Árpád’ın babası Reis Álmos’un neşet ettiği, Kral
Atilla’nın toprağı olduğu şeklinde bir haberin ulaştığı” Pannonia toprağına doğru hareket etti.
[Eserin] önemli bir kısmı çalışmamızın konusu içine girmeyen Kral III. Béla döneminin
canlandırması olan, Macar kavimlerinin savaşlarla renklendirilmiş batıya doğru ilerleyişinin ve
Karpatlar Havzası’nı elde edişinin hayali bir tasviridir. Sekellerin6
sadece Álmos’un değil,
sonrasında Árpád’ın da idare ettiği yurt tutanlar arasında görülmeyip, aynı zamanda “başlangıçta
Kral Atilla’nın halkıydılar” ve Árpád’ın reislerinin Tisa’yı geçerek Bihar’da ikamet eden Prens
Ménmarót’u7 yenmek için harekete geçtikleri zaman önlerinde ilerledikleri, oğullarını rehin
verdikleri, savaşta onların kendilerinin ise “ilk safı oluşturmak için güvence verdikleri”
(Anonymus, 1999, 10-43) şeklinde anıldıklarına dikkat etmemiz gerekir.
V. István’ın8 başrahibi Üstad Ákos’un 1272 civarında kaleme aldığı kroniği Macarların
kökenine ve kadim yurduna ilişkin hiçbir yenilik getirmez. Bu durumu daha ziyade Anonymus’ta
rol oynayan Atilla ve Álmos’un hanedan akrabalığını sadece Hunların ve Macarların bütününe
yaymakla kalmayıp, aynı zamanda iki halkın esasında bir olduğunu söyleyen IV. (Kuman)
László’nun9
saray papazı Simon Kézai’nin 1282 ve 1285 arasında yazdığı eseri ortaya koydu.
Hunların ve Macarların atası Kézai’de de Yafet’tir, buradan başlayarak – İncil’deki neşet ediş
hadisesini değiştirerek – farklı bir soy ve kısmen bir topografya oluşturdu. Buna göre Yafet’in bir
oğlu olan Thana’nın10 halkından olan, Babil’deki dil karmaşasından sonra Persis, yani Pers
diyarına göç eden ve orada “Hunların veya Hungarus’ların kökenini aldığı Hunor ve Magor”
Ménrót’un
11 – İncil’de Nimród – halkı oldu. Devamını János Arany’ın12 Rege a csodaszarvasról
başlıklı şiirinden herkes gayet iyi bilmektedir. İki çocuk avlanma amacıyla – dişi bir geyiği takip
ederek – bir baştan bir başa gezdikleri, tanıdıkları ve sevdikleri yakındaki Maeotis bataklıklarına,
yani Azak Denizi kıyılarına geldi. Babalarının izniyle bütün eşyalarıyla çayırdan, ağaçtan, av
hayvanlarından ve balıktan zengin bu bölgeye taşındılar ve aralıksız beş yıl boyunca orada
yaşadılar. Altıncı yılda avlanmak için yeniden harekete geçtiler ve civardaki bir ovada başlarında
savaşçıların bulunmadığı kendileriyle beraber ikametgâhlarına sürükledikleri kadınlara ve
çocuklara rastladılar. Ele geçirdikleri arasında birisini Hunor’un, diğerini ise Magor’un eş olarak
aldığı Alan Kralı Dula’nın iki kızı da vardı. “Hunların hepsi kökenini bu kadınlardan alır”. İki
kardeşin halefleri zamanla o kadar çoğaldılar ki daha geniş bir yurt aramak zorunda kaldılar. Bu
sırada, o zamanlar 108 halkı temel alınarak 108 bölgeye ayrılmış olan İskitya’ya göç ettiler.
Zamanla burada da “kum gibi çoğaldılar”. Bunun üzerine “İsa’nın 700. yılında” aralarında 
Bendegüz’ün13 oğlu Etele’nin
14 de olduğu reisleri her kavimden on-on bin silahlı adamla batıya
doğru ilerlemeye karar verdi. Birçok zaferden sonra ilerleyip “Etele’yi kendilerine kral ilan
ettikleri” Pannonia’da yerleştiler. Etele’nin yani Atilla’nın ölümünden sonra oğulları arasında
yaşanan kanlı taht mücadeleleri esnasında Bizans İmparatoru Honorius’un15 kızının oğlu olan
Csaba, Nibelungen Destanı’ndan tanınan bir Alman prensesi olan Krimhild’in dünyaya getirdiği
erkek kardeşi tarafından mağlup edildi. Yenilgiden sonra Csaba on beş bin adamıyla Bizans’a
çekildi, sonra oradan “Almanlardan intikam almak amacıyla Pannonia içlerine geri dönmek için
kısa zamanda cesaret bulduğu İskitya’ya, babasının halkının ve akrabalarının yanına geri döndü”.
Geri dönüşü, yani Hunların/Hungarusların ikinci yurt tutuşu 872’de gerçekleşti. Yurt tutanları
Rutenya16 sınırındaki Pannonia’da “batılı halklardan olan çekincelerinden dolayı […] kendilerini
orada sadece Hunlar olarak değil, aynı zamanda İskitler olarak da adlandıran” üç bin kişi, yani
“Csigle ovasında” kalmış Hun yiğidinin nesli bekliyordu. İskitler sonradan “Ulahlarla birlikte
sınır bölgesinin dağları arasında bulunan sahalarını elde ettiler” (Kézai, 1999, 90-103).
Macar halkının doğudan, daha doğrusu Karadeniz’den ve Kafkasya’dan kuzeye düşen
bozkırlardan gerçekleşen neşet edişinin, yurt tutanların 12-13. yüzyıldaki halefleri, en azından
onların yönetici sınıfı arasında atalarının bir kısmının “kadim yurtta” kaldığı varsayımının canlı
bir gelenek halinde yaşaması mümkündü. 13. yüzyılın başında kurulmuş olan Dominiken
tarikatının dört keşişinin, “Hristiyan Macarlar”ın o zamandan beri izi kaybolmuş tarihi eserinden
(Gesta Ungarorum christianorum) elde edilen bilgilerin temelinde ve Kral IV. Béla’nın17
desteğiyle 1235’te doğuda kalmış ve pagan olduğu düşünülen “en eski Macarlar”ın araştırılması
ve geri getirilmeleri için harekete geçilmesi bu duruma bir referans oluşturur. Keşişler,
Konstantinapolis’in referansıyla Kırım’a, sonra da Kafkasya yöresine ulaştılar, lakin Ungaria
maior’u, yani Magna Hungária’yı18 bulamadılar. Birkaç aylık dinlenmeden sonra keşişlerden
ikisi – Julianus ve Gerhardus – daha kuzeye hareket etti. Gerhardus yolda öldü, Julianus ise
yönlendirmeleri temelinde Volga ırmağının yanında – son yıllarda yapılan araştırmalara göre
ırmaktan kuzeye doğru, Biljar19 şehri civarında – doğuda kalan Macarların nesillerini bulduğu
Volga Bulgarları’na ulaştı. Tecrübeleri hakkında tarikat arkadaşı keşiş Riccardus, Papa IX.
Gergely’e şu şekilde bilgi vermiştir: “Onları büyük İtil20 ırmağının yanında buldu. Onu gördükleri
ve Hristiyan bir Macar olduğunu anladıkları zaman gelişine çok memnun oldular. Evlerinde ve
köylerinde onun çevresini sardılar ve Hristiyan Macar soylarının kralı ve ülkesi hakkında
derinlemesine bilgi sahibi oldular. Din veya başka şeyler hakkında konuşsa bile onu dikkatli bir
şekilde dinlediler, dilleri Macarca olduğundan onlar onu, o da onları anladı. Tanrı hakkında hiçbir
bilgisi olmayan paganlardı, lakin puta tapmıyorlar, hayvanlar gibi yaşıyorlardı. Toprağı ekip
biçmiyorlar, at eti, kurt eti ve bu çeşit şeyler yiyiyorlar, kısrak sütü ve kan içiyorlardı. Atlar ve
silah konusunda zengindiler ve savaşta gerçekten yiğittiler. Bu Macarlar kökenlerini aldıkları
eskilerin gelenekleri hakkında bilgi sahibiydiler, fakat nerede bulundukları hakkında bir bilgileri
yoktu” (Kodolányi, 1973, 20-27).
Orta Çağ Batı Avrupa tarih yazarları da Macarların varsayılan doğudaki yurdunu birçok kez
Ungaria maior veya Magna Hungária adıyla ilişkilendirdiler, Kézai ve ondan yıllar önce Alman
kronik yazarları Viterbo’lu Godofréd’in ve Bartholomaeus Anglicus’un da Azak Denizi yöresine
yerleştirdiği Macarların yurdunu Julianus, daha kuzeye Volga’nın orta mansabına koydu. Birkaç
yıllık bir yolculuktan sonra – Julianus 1237’de yeniden yola çıkmıştı, fakat Moğolların yakıp
yıkması yüzünden bu zamanda Macarların sadece izlerini bulmuştu – birkaç Fransisken keşişi de
aynı sonuca ulaştı. Plano Carpini ve iki arkadaşı Volga’dan doğuya, kuzeyde Kama, güneyde Ural 
ırmakları tarafından sınırlandırılan Magna Hungária’yı günümüzdeki Başkırdistan’la21 bir
tuttular. Ungaria maior’un ismi son defa Papa IV. Miklós’un 1291 yılındaki bir fermanında geçer.
Muhtemelen Volga kıyısındaki Macarların dağılışından ve yok olmalarından dolayı terim bu
hadiseyi takiben kullanımdan kalktı, hatta Macarların kökeni ile ilgili düşünceye bu zamanda yeni
bir yönelim verilmeseydi Julianus’un önemi de unutulacaktı. Bu fermanı 1695’te Vatikan
arşivinin derinliklerinden bir Cizvit keşişi olan Márton Cseles çıkardı ve yarım yüzyıl sonra
1748’de yayımlandı (Vásáry, 2008, 125-128). Anonymus’ta ve Kézai’de de rol oynayan İskitya
kavramı, Macar kadim yurdunun yeri olarak uzun bir zamanda tespit edildi ve genel itibariyle
Macar-Hun akrabalığı, yani ayniyeti tezi de kabul edilir hale geldi. Hümanist tarih yazımının
bütün özelliklerini barındıran Thuróczy’nin eseri, 14. yüzyılın ortasında derlenen Képes
Krónika’dan yüzyıl sonra tam da bu anlayışla hazırlandı. Kézai’de rol oynayan – İncil’de Nuh’un
lanet ettiği Kam’dan kökenini alan – Ménrót-Nimród’un her ikisinin de eserde Hunor ve
Magor’un ataları arasında görülmesi dolayısıyla farklılık en fazla İncil’deki neşet ediş hadisesinde
ortaya çıkmaktadır.
Mátyás çağındaki hümanist tarih yazımı Macarların kökenine dair o zamanki anlatımı iki
açıdan değiştirdi. Bir yandan Thuróczy’de de rol oynayan İncil’deki – Nuh’tan olan – köken alma
hadisesine dünyevi düşünce adına gitgide daha az inanan olduğundan, soru işareti
oluşturduğundan dolayı bir kenara bırakıldı, öte yandan Hun İmparatorluğu’nun 5. yüzyıldaki
çöküşü ve Macarların 9. yüzyılda ortaya çıkışı arasındaki boşluk idrak edilerek Hun-Macar
akrabalığı Hun-Avar-Macar akrabalığı şeklinde gelişti. Buna göre 895 civarında bir yurt tutuş
hadisesi gerçekleşmedi, sadece Atilla’nın imparatorluğunun çöküşünden sonra eski yurtlarına
çekilen Hun-Macarlar, “belgelerinde ve hatıralarında Karpatlar Havzası’nda kalmış olan
akrabalarını aramaya ve yeniden ücra, kıraç İskitya’dan ayrılmaya cesur bir şekilde karar
verdiler”. Bonfini’ye22 göre bu akrabalar kısmen yenilgiden sonra “Hun adından hoşlanmayan ve
kendilerini Avar olarak adlandıran Hunlar”, kısmen de “Atilla ile Daçya’nın23 dış kısmını, şimdi
Erdel diye isimlendirilen bölgeyi ele geçirmiş olan Sekellerdi” (Bonfini, 1995, 165, 187-188).
Mátyás’ın hizmetine girmiş olan İtalyan üstadın düşüncesi tam anlamıyla bir yenilik içermiyordu;
10-12. yüzyıl Batı Avrupa yazarlarında sadece Hun-Macar değil, aynı zamanda Avar-Hun, AvarMacar ve Hun-Avar-Macar akrabalığı da görülmektedir. Buna karşın Macaristan’da bu düşünceyi
okuyucunun önüne ilk koyan Bonfini idi. Bonfini, 16. yüzyılda sadece Latince değil, aynı
zamanda Almanca, hatta bazı bölümleri Fransızca da yayımlanmış olan eski kroniklere oranla
anıtsal ölçülere sahip kroniğini 1489-1494 arasında derledi. 16. yüzyılda ortaya çıkan Macar
ulusal bilincinin temel direklerinden birisi haline gelen, Hun-Avar-Macar devamlılığı tezini de
güçlendiren Kézai tarafından şekillendirilmiş Hun-Macar ayniyeti teorisinin yanı sıra eseri,
Macar ve yabancı tarih yazarları tarafından yüzyıllar boyunca okunduğundan dolayı Macar
tarihinin bir el kitabı haline geldi.
Hun-Macar, daha ziyade Hun-Avar-Macar akrabalığı görüşünün geçerliliğinden Aydınlanma
Dönemi’ne kadar Macaristan’da hiç kimse kuşku duymamış olsa da, yabancı yazında daha 15-
16. yüzyıllarda farklı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştı. Sonradan 1458’de Papa II. Pius adını
alan Aeneas Sylvius Piccolomini bunların arasında sayılır, 1507’de yayımlanan Cosmographia
adlı eserinde yer alan teze göre, Macarlar, ataları, yani akrabaları Don ırmağının kaynağı
bölgesinde oturan ve dilleri Pannonia’da yaşayan Macarlarınki ile aynı olan, samur kürkü ticareti
yapan “Hunugorlardan” neşet ederler. – Bu yüzden Piccolomi’nin Verona’lı bir keşişin
anlattıklarına dayanarak öne sürdüğü – Macarların ve Hunların akraba olduğu; Macarların
Hunlardan neşet ettiği inancı doğru değildir. Veya Krakko’lu rahip Mathias Michovius’un
1517’de yayımlanan Asya’daki ve Avrupa’daki Sarmatlar hakkındaki coğrafi tasvirine (Tractatus
ırmakları tarafından sınırlandırılan Magna Hungária’yı günümüzdeki Başkırdistan’la21 bir
tuttular. Ungaria maior’un ismi son defa Papa IV. Miklós’un 1291 yılındaki bir fermanında geçer.
Muhtemelen Volga kıyısındaki Macarların dağılışından ve yok olmalarından dolayı terim bu
hadiseyi takiben kullanımdan kalktı, hatta Macarların kökeni ile ilgili düşünceye bu zamanda yeni
bir yönelim verilmeseydi Julianus’un önemi de unutulacaktı. Bu fermanı 1695’te Vatikan
arşivinin derinliklerinden bir Cizvit keşişi olan Márton Cseles çıkardı ve yarım yüzyıl sonra
1748’de yayımlandı (Vásáry, 2008, 125-128). Anonymus’ta ve Kézai’de de rol oynayan İskitya
kavramı, Macar kadim yurdunun yeri olarak uzun bir zamanda tespit edildi ve genel itibariyle
Macar-Hun akrabalığı, yani ayniyeti tezi de kabul edilir hale geldi. Hümanist tarih yazımının
bütün özelliklerini barındıran Thuróczy’nin eseri, 14. yüzyılın ortasında derlenen Képes
Krónika’dan yüzyıl sonra tam da bu anlayışla hazırlandı. Kézai’de rol oynayan – İncil’de Nuh’un
lanet ettiği Kam’dan kökenini alan – Ménrót-Nimród’un her ikisinin de eserde Hunor ve
Magor’un ataları arasında görülmesi dolayısıyla farklılık en fazla İncil’deki neşet ediş hadisesinde
ortaya çıkmaktadır.
Mátyás çağındaki hümanist tarih yazımı Macarların kökenine dair o zamanki anlatımı iki
açıdan değiştirdi. Bir yandan Thuróczy’de de rol oynayan İncil’deki – Nuh’tan olan – köken alma
hadisesine dünyevi düşünce adına gitgide daha az inanan olduğundan, soru işareti
oluşturduğundan dolayı bir kenara bırakıldı, öte yandan Hun İmparatorluğu’nun 5. yüzyıldaki
çöküşü ve Macarların 9. yüzyılda ortaya çıkışı arasındaki boşluk idrak edilerek Hun-Macar
akrabalığı Hun-Avar-Macar akrabalığı şeklinde gelişti. Buna göre 895 civarında bir yurt tutuş
hadisesi gerçekleşmedi, sadece Atilla’nın imparatorluğunun çöküşünden sonra eski yurtlarına
çekilen Hun-Macarlar, “belgelerinde ve hatıralarında Karpatlar Havzası’nda kalmış olan
akrabalarını aramaya ve yeniden ücra, kıraç İskitya’dan ayrılmaya cesur bir şekilde karar
verdiler”. Bonfini’ye22 göre bu akrabalar kısmen yenilgiden sonra “Hun adından hoşlanmayan ve
kendilerini Avar olarak adlandıran Hunlar”, kısmen de “Atilla ile Daçya’nın23 dış kısmını, şimdi
Erdel diye isimlendirilen bölgeyi ele geçirmiş olan Sekellerdi” (Bonfini, 1995, 165, 187-188).
Mátyás’ın hizmetine girmiş olan İtalyan üstadın düşüncesi tam anlamıyla bir yenilik içermiyordu;
10-12. yüzyıl Batı Avrupa yazarlarında sadece Hun-Macar değil, aynı zamanda Avar-Hun, AvarMacar ve Hun-Avar-Macar akrabalığı da görülmektedir. Buna karşın Macaristan’da bu düşünceyi
okuyucunun önüne ilk koyan Bonfini idi. Bonfini, 16. yüzyılda sadece Latince değil, aynı
zamanda Almanca, hatta bazı bölümleri Fransızca da yayımlanmış olan eski kroniklere oranla
anıtsal ölçülere sahip kroniğini 1489-1494 arasında derledi. 16. yüzyılda ortaya çıkan Macar
ulusal bilincinin temel direklerinden birisi haline gelen, Hun-Avar-Macar devamlılığı tezini de
güçlendiren Kézai tarafından şekillendirilmiş Hun-Macar ayniyeti teorisinin yanı sıra eseri,
Macar ve yabancı tarih yazarları tarafından yüzyıllar boyunca okunduğundan dolayı Macar
tarihinin bir el kitabı haline geldi.
Hun-Macar, daha ziyade Hun-Avar-Macar akrabalığı görüşünün geçerliliğinden Aydınlanma
Dönemi’ne kadar Macaristan’da hiç kimse kuşku duymamış olsa da, yabancı yazında daha 15-
16. yüzyıllarda farklı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştı. Sonradan 1458’de Papa II. Pius adını
alan Aeneas Sylvius Piccolomini bunların arasında sayılır, 1507’de yayımlanan Cosmographia
adlı eserinde yer alan teze göre, Macarlar, ataları, yani akrabaları Don ırmağının kaynağı
bölgesinde oturan ve dilleri Pannonia’da yaşayan Macarlarınki ile aynı olan, samur kürkü ticareti
yapan “Hunugorlardan” neşet ederler. – Bu yüzden Piccolomi’nin Verona’lı bir keşişin
anlattıklarına dayanarak öne sürdüğü – Macarların ve Hunların akraba olduğu; Macarların
Hunlardan neşet ettiği inancı doğru değildir. Veya Krakko’lu rahip Mathias Michovius’un
1517’de yayımlanan Asya’daki ve Avrupa’daki Sarmatlar hakkındaki coğrafi tasvirine (Tractatus
mizahi kelime bezerliklerinin bütün sıralamasını İbrani-Macar dil akrabalığını ispatlamak için
gündeme getirdi. Ember25 kelimemiz ona göre İbranice abar’dan, víz26 vazaz’dan, hold27
chalad’dan neşet etmişti, Ararat’ın anlamı ise ár-járat; Maeotisz’inki mely jó tó, Amazon’unki
Ámaasszony ve Atilla’nınki Acélos idi. Gülümsemeye sebep olan etimolojisine karşın Otrokocsi
kendi döneminin eğitim görmüş ve bilgi sahibi okuma yazma bilen kişileri arasına giriyordu.
Batı’da birçok kişi arasında yaygın olan Jugria teorisini biliyordu, lakin ifade ettiği sebeplerden
dolayı onu bir kenara koymuştu. “Asya’daki Juhra sakinlerinin bizimle aynı dili konuştukları
bugüne kadar kanıtlanmadı” – diye yazmıştı (Domokos, 1998, 42). O da bunun yerine İbraniMacar tezini Hun-Macar akrabalık teorisiyle ilişkilendirdi. “Atilla’ya ne kadar yakın zamanları
incelersen, onların İskitya’da yaşanması o kadar zor ülkelerini bulursun. Ne kadar uzak zamanlara
gidersen Ermenistan’da, Bizans’ta, Küçük Asya’da, Terme ırmağına kadar bütün yerleşim
yerlerinden o kadar mutlu, mesut insanlar okursun” – diye özetler görüşünü “Macar milletinin
gerçek kökeni hakkında” (Károly Nagy, 2003, 105).
Temsilcilerinin her şekilde benzerlik kurma çabasına rağmen İbrani-Macar dil akrabalığının
eski doğu kökenli Hun-İskit görüşü olarak kabul edilmesi uzaktan da olsa bir memnuniyet
uyandırmadı. Örneğin erken 17. yüzyıl Macar dilcisi Szenczi Albert Molnár sadece yurt içinde
değil, yurt dışında da görülebilen bu akıma doğrudan karşı çıktı. Bunun yerine daha ziyade gerçek
bilimsel yöntemleri kabul etti: Macar halkı ve dil akrabalığı hakkında hiçbir kanıt yoktur. Sadece
Macarcanın Avrupa’daki tek bir dil ile dahi akraba olmadığı konusunda emin olunabilir. Debrecen
Koleji’nin tarih ve coğrafya hocası Pál Lisznyai de İbranice ile olan akrabalığa karşı harekete
geçti. Buna karşın siyaset biliminin, diğer adıyla ülke bilgisinin Macaristan’daki ilk bilim insanı
ve modern Macar kaynak araştırmalarının başlatıcısı olan Mátyás Bél, 18. yüzyılın başında dahi
“Macar dilinin annesi […] İbranice’dir” şeklindeki ısrarını sürdürüyordu (Bél, 1984, 41).
17. yüzyılın sonundan itibaren üç “kadim dilin” vasfı çözülmeye başlandı, Macarcanın,
İbranicenin yanı sıra başka Asyalı ve Avrupalı dillerle de benzerlikleri bulundu. Bunlar arasında
iki eğilim modern karşılaştırmalı dil bilimi şeklinde gelişti ve kendisine bugün de bilim
dünyasında değer verilen bir yer edinmeyi başardı: Fin-Ugor Macar dil akrabalığı ve Türk-Macar
dil benzerlikleri tezi.
Macar ve Türk dilleri arasındaki benzerliklere ilk defa Benelüks üniversitelerinde eğitim
görmüş Erdel’li Reformist papaz János Nadányi dikkat çekti. Bu benzerliği – 1663’te tarihi
karaktere sahip eserinde dile getirdi – “her iki dili bilen kolaylıkla fark edilebilir”. Diğerlerinin
yanı sıra mongol/mogor ve magyar halk ismi arasındaki benzerliği de bu şekilde gördü. Birkaç –
muhtemelen 16-17. yüzyıla ait ödünç kelime (babucs-papucs, dalmány-dolmány, csizme-csizma)
temelinde birkaç yıl sonra benzer bir çıkarımı Erdel’li Sakson tarih yazarı Toppeltinus Laurentius
da yaptı. Takip eden yıllarda İbrani-Macar akrabalığının moda haline gelmesiyle Türk-Macar
akrabalığı tezi geri planda kaldı, ancak 18. ve 19. yüzyıl dönümünde yeniden rağbet gördü.
1791’de yayımlanan Macarca ders kitabında Fransisken öğretmen Joakim Szekér farklı kelime
benzerlikleri de ortaya koydu. – Yafet’ten olan neşet edişi ve Hun-Macar aynılığı teorisini elden
bırakmadan – Tatar dilinde de “Macarcaya uygun şekilde tek tek kelimeler değil, birden çok
kelimeden oluşan ifadeler bulunduğundan bir zamanlar her iki dilin ve Milletin kökeninin bir
olması mümkün olabilir” şeklindeki bu çıkarımdan vazgeçti (Szekér, 1791, 1-6). Buna karşın
çağdaşı olan, modern dil karşılaştırmalarına göre akıl yürüten József Benkő, iki dilin ve özellikle
iki halkın akrabalığı üzerine konuşmanın mümkün olabilmesi için kelime dizilimlerinin, ayrıca
isim ve fiil çekimi benzerliklerinin yeterli bir dayanak noktası oluşturmadığı kanaatindeydi.
Benzerlikler “bana Türkleri Ulusal Akraba olarak kabul edilebileceğimi göstermiyor: daha ziyade
komşum ve kadim Atalarımızın komşusu olarak kabul ediyorum” diye yazdı (Hegedűs, 2003, 8
Dilsel uyumların ve benzerliklerin yanı sıra Bizans kaynakları da Macaristan’ı Turkia, Árpád’ı
ise “Turkia’nın büyük prensi” olarak adlandırırken Türklerden bahsettikleri gibi, her şeyden önce
Macarlardan da istisnasız şekilde bahseden 886 ve 911 arasında hüküm sürmüş olan İmparator
Bilge Leon’un Taktika isimli ve oğlu Konstantinos Prophyrogennetos’un imparatorluğun
yönetimi hakkında yazdığı eseri (De administrando imperio) olası bir Türk-Macar akrabalığından
söz eder. Uzun zaman sadece Avrupa’nın en büyük kütüphanelerinde erişilmesi mümkün olan bu
el yazması eserler 17. yüzyılda önce orijinal dilinde, daha sonra çeviri şeklinde de yayımlanmaya
başlandı. Konstantinos’un eserinin Macarca referanslarını Kéri Ferenc Borgia 1739’da Latince
olarak yayımladı, Leon’un Türklere ilişkin kayıtlarının Latince çevirisi ise Mária Terézia’nın28
saray kütüphanecisi Slovak kökenli Ferenc Ádam Kollár’ın editörlüğünde 1783’de yayımlandı
(İlgili bölümlerin Macarca çevirileri bir hayli gecikmeyle, 1851-1852’de Károly Szabó sayesinde
gün ışığına çıktı). Aynı zamanda Fransız orientalist Joseph Deguignes’in 1756 tarihli eserinden
(Histoire générale des Huns, des Turcs, des Mongols et des autres tartates occidentaux…)
Hunlara, Türklere ve başka göçebe halklara ilişkin Çin kaynaklarının bir kısmı da bilinir hale
geldi.
3. Fin-Ugor Akrabalığı Tezi ve Orta Çağ Kronik Geleneğinin Yaşaması
Fin-Ugor Macar dil akrabalığının kökleri Papa II. Pius’un 1458 yılında söz ettiği varsayıma
kadar uzanır. Hamburg’lu hezarfen Martin Vogel bunu ilk defa kesin şekilde 1660’lı ve 1670’li
yıllarda yazdığı – hacimli bir el yazısı şeklinde kalan – eserinde belirtti. Vogel sadece Fin, Macar,
Lap ve Est dilinin temel kelime hazinesini mukayese etmediği gibi, aynı zamanda Fin ve Macar
dilinin ses ve yapı uyumlarının önemli bir bölümünün de – sessiz harflerin bir araya gelişi, cins
farklılığının olmayışı, edat kullanımı, iyelik eklerinin kelime sonuna gelmesi, sıfatın yerinin
isimden önce olması vb. – farkına vardı. Bu şekilde “Macar ve Fin dilinin birbirine yakın
akrabalık bağları ile bağlı olduğu” çıkarımını yaptı. 17. yüzyılın ikinci ve 18. yüzyılın ilk
yarısında başka birçok kişi, ilk sırada da Alman bilginleri ve seyyahları benzer sonuçlara ulaştı.
Aralarında halkların kökeninin dillerin benzerliği sayesinde belirlenebileceğini ayrıntısıyla ilk
defa ifade eden ve Jugria tezinde ileriye giderek Lapların, Finlerin, Estlerin, Livlerin29
,
Permilerin, Samoyedlerin ve Macarların hepsinin aynı halk ailesine mensup olduğunu ileri süren
çağın ünlü filozofu Gottfried Wilhelm Leibniz de bulunuyordu. İsveç Kralı XII. Károly’un30
subayı Philipp Johann von Strahlenberg, Rusya’daki esareti sırasında tamamladığı dil
derlemesinin sonuçlarını 1730 yılındaki kitabında (Das Nord und Östliche Theil von Europa)
yayımladı. O zamanki Rusya “Tatar”, yani doğu halklarını ve dillerini altı gruba ayırarak
Macarları, Finlerle, Laplarla, Estlerle, Livlerle, Vogullarla, Ostyaklarla, Mordvinlerle,
Çeremişlerle, Permilerle, Votyaklarla ve “Macar Sekellerle” birlikte “Uygur grubuna” koydu.
“Hunların veya Unların da dâhil olduğu”, bu halklar “eskiden tek bir halkı meydana getiriyordu”
diye yazdı. Strahlenberg’den birkaç yıl sonra Saint Petersburg’lu akademisyen Johann Eberhard
Fischer esaslı bir şekilde Macar dilinin akrabalık bağları ile meşgul oldu. 1756’da yazdığı, ancak
1770’de yayımlanan eserinin (De Origine Ungarorum) sonucunu şu şekilde dile getirdi: İskitya
– Fin-Ugor anlayın – dillerinin diyalektiğinin Macarca ile olan uyumluluğu bir hayli fazla
olmasına rağmen geriye kalanlar arasında yine de en çok Vogul ve Ostyak [dilleri] öne
çıkmaktadır”. Fin-Ugor akrabalık tezini güçlendirmesinin yanı sıra Macar dilinin Türk ve Aryan31
– Hint ve Pers – kökenli öğelerine de dikkat çeken ilk kişiler arasında olan Fischer, bilimsel
yetenekleri arasına bunu da ekledi. 1760’lı yılların ilk yarısında kendisi de Saint Petersburg’da
araştırma yapan ve 1769’dan itibaren Göttingen Üniversitesi’nde ders veren August Ludwig
Schlözer, Fischer ile tamamıyla aynı sonuca ulaştı. Farklı kelime benzerliklerinin temelinde o da 
Vogul-Macar akrabalığı tezini kabul etti ve Vogul-Macar kadim yurdunun Ural Dağları, yani Ural
ırmağının güney kısmına yerleşimine de bu tezden vardı (Pápay, 1909, 12-25).
Macar Fin-Ugor akrabalığı tezinin Avrupa çapındaki yayılışına 18. yüzyıl Macar bilim
insanları farklı tepkiler verdiler. Selmecbánya’lı burjuva bir aileden gelen Dávid Czwittinger,
İbrani-Macar dil akrabalıklarını gözden geçirerek 1711 tarihli eserinde, ilk Macar yazarları ve
bilim insanları sözlüğünde (Specimen Hungariae litteratae) “Hunlar ve Macarlar farklı milletler
oluşturdular […], Macarlar uzak kalmış, dağınık haldeki Finlerle bir zamanlar tek bir kavmi
oluşturuyorlardı” şeklinde bir ifade kullandı. Hukuk bilimcisi András Huszti 1736 civarında
kâğıda döktüğü, ancak 1791’de yayımlanan eserinde benzer bir tutum takındı. Macarların “en
yakın Akrabaları” – diye yazdı – “Sibirya’da Muska Bölgesi’nin ötesinde Ugorların Mülkünde
yaşayan Vogul Halklarıdır” ve “dilleri hem saymada, hem de başka kelimelerde bizim Macar
dilimize en yakın olanıdır” (Huszti, 1791, 78-79).
Miksa Hell ile ortak bir şekilde Norveç’teki astronomi araştırmalarıyla birlikte Lap ve Macar
dilinin gramer ve kelime hazinesi çalışmasında da derinleşen, basit etimolojiler yerine çağına
uygun bilimsel dil benzerlikleri tekniklerini kullanarak soruya cevap veren ilk Macar bir Cizvit
papazı olan János Sajnovics idi. Batıda, ilk başta Alman bilim dünyasında yayılan görüşe katılarak
1770’te yayımladığı eserinde (Demonstratio, Idioma Ungarorum et Lapponum idem esse)
Macarların ve Lapların bir zamanlar sadece ortak kadim bir dil kullanmadıklarını, aynı zamanda
bunun sonucunda beraber de yaşadıklarını iddia etti.
Sajnovics’in kitabı yurt dışında büyük bir takdirle, yurt içinde ise kısmen takdirle, kısmen de
öfkeli reddedişlerle kabul gördü. Onu tenkit eden çoğunlukla Mária Terézia’nın çevresindeki –
sırası gelmişken Aydınlanmacı da olan – muhafız yazarlar32 onu Macar milletinin özsaygısının
altını kazması şeklinde suçladılar. Örneğin Lőrincz Orczy, Lap-Macar akrabalığı düşüncesini
yirmi kıtadan oluşan şiirinde (Sajnovits’ és Hell’ hibái tzáfoltatnak) “Sen ise Astronom! Kim
olursan ol/Sevgili akrabalarına derhal geri dönebilirsin/Onlarla kuru balıktan hazırlanmış mısır
ununu yiyebilirsin/Zira Dilimiz hakkında hüküm veremezsin” şeklinde reddetti. Ábrahám
Barcsay – “İskityalıların yiğit torunu” namına – “Dilimizi Laponya’dan getiren [Sajnovics’in]”
“boyunduruğundan milletimizi kurtarırız” şeklinde şiirde33 de Sajnovics’e karşı çıktı. György
Bessenyei de benzer bir kanıya sahipti. “Sadece kelimelere değil, aynı zamanda manevi değerlere
de bakmak gerekir” – diye yazdı Magyarországnak törvényes állása başlıklı 1804 yılındaki
eserinde ve “Donmuş gökyüzü Laponlar arasından eğitim görmüş milletlerin saygı duyacağı
böyle bilge insanların, soylu gereksinime sahip ve insancıl bir halkın bu dünyaya gelmesine asla
izin vermez”. “Laplar çirkin, korkunç ve toprağın altında yaşayan, mücadele etmekten çekinen
köstebek gibi bir halktır, bu şekilde asla mücadele etmezler. Dünyada isim elde etme veya itibar
kazanma arzusu zihinlerinde kati surette oluşmamıştır” (Domokos, 1998, 65-70).
Karşılaştırmalı dil biliminin Fin-Ugor akrabalığına ilişkin, giderek daha ayrıntılı ve ikna edici
şekilde ifade edilen görüşleri ve yüzlerce yıllık geçmişe dayanan İskit-Hun teorisi geleneği
arasındaki uçurumu birkaç kişi, iki kişinin desteğiyle aşmaya çalıştı. Çağın tarih yazarları
arasından kaynak değerlendirmelerinin görüşlerini kullanan, Macaristan’da bilimsel tarih
yazımının kurucusu ve Cizvit tarih yazarlarının en büyük temsilcisi olan György Pray, yazarlar
arasından ise Piarist papazı, üniversite hocası András Dugonics aralarına katıldı. İlk dönem
yazılarında Macar dilinin “kuzey akrabalığını” reddeden ve kendisi de geleneksel Hun-AvarMacar sürekliliği temelinde görüş savunan Pray, Sajnovics’in etkisiyle Fin-Ugor akrabalığını
kabul etti. Aynı zamanda Hunlarla ve Avarlarla olan birlikteliği de savundu, hatta Türk dillerini
de Macar dilinin akrabalık sınırları içine kattı. Görüşüne göre, Fin-Ugor halkları tarihin akışı

32 Muhafız yazarlar: Habsburg İmparatoriçesi Mária Terézia (1740-1780) tarafından 1760 yılında Viyana’da
oluşturulan Macar askeri birliği içinde yer alan Macar edebiyatçıları (György Bessenyei, Lőrincz Orczy, Sándor
Báróczi, Ábrahám Barcsay vb.) (ç.n.).
33 Ábrahám Barcsay’ın “Kedvezzenek mások a Múzsának...” başlıklı şiiri (ç.n.).
esnasında Çin sınır bölgelerinden batıya doğru göç ederken kollara ayrılan ve lehçelerine bakarak
da birbirinden ayırt edilen Hunlar ve Avarlar gibi aynı kökene sahip bir halktır.
Dugonics, ilk defa 1788’de yayımlanan biraz detaysız ve karmaşık, ancak buna karşın çağının
en çok satanı haline gelen romanında (Etelka) Hunları ve Macarları Fin-Ugor halkları ile
kaynaştırdı. Árpád çağının kadın kahramanının sevgilisi olan Prens Etele, Karelya’dan34
, yani bir
kısmı 13. yüzyılda “lápos” bölgelerine göç eden, Atilla’nın atalarının, Hun-Macarların ikamet
ettiği Fin ülkesinin doğu bölgesinden neşet eder. Onlar sonradan Lap ismini aldılar. Etelka
Karjelben (1794) başlıklı “melankolik tarihi” ve Jólánka, Etelkának leánya (1803) başlıklı yeni
romanını da benzer bir içerikle hazırladı.
Hun-Macar aynılığı tezini sorgulayan karşılaştırmalı dil bilimsel görüşler eğitimli elit tabaka
çevresinde ses getirdi ve birçok kişi Macarlığın kökeni ile bağlantılı bilgilerini yeniden
düşünmeye başladı. Buna rağmen gelecek kuşakların tarih bilgisini şekillendiren okul
müfredatına bu bilgi şimdilik sokulmamıştı. Bazı cümleleri kısaltarak ve soru-cevap şeklinde
değiştirmeden Orta Çağ kronik geleneğinin Bonfini tarafından tamamlanan hikâyesini gençlere
aktaran, yalnızca farklı sınıfların temel kitabı olmakla kalmayıp, aynı zamanda sözde gramer
bilgisi de veren, bu yüzden yüksekokullarda da kullanılan István Hányoki Losontzi’nin Hármas
Kis Tükör isimli Macarca okul kitabının 1771-1849 arasında bilinen yaklaşık yetmiş baskısı
yapılmıştı:
S[oru]. Macarlar kimlerden neşet ettiler?
C[evap]. İskitlerden, bunlar da Yafet’in oğlu Mágog’dan.
S. Eskiden nerede yaşarlardı?
C. Asya’nın doğusunda.
S. Kaç sefer Macaristan’a geldiler?
C. Üç sefer. Birinci sefer Hunnus’lar, İkinci sefer Aváres’ler ve Üçüncü sefer Hungarus’lar
veya Macarlar adları altında.
(Hányoki Losontzi, 1942, 91).
Sajnovics’in eserinin yayımlanmasından yaklaşık otuz yıl sonra, 1799’da Fin-Ugor dillerinin
akrabalığı üzerine yeni, büyük öneme sahip bir dil bilim eseri ortaya çıktı. Editörü Nagyenyed
Koleji’nin maceraperest öğrencisi, doktor, dergi editörü, suflör ve özel eğitmen olan
Otrokocsi’nin ve diğerlerinin izinde ilerleyerek İbranice ve Arapça ile birlikte ilk başta kendisi de
Macarcayı “doğu dilleri” grubuna sokan ve 1790’lı yılların ortasında yayılmakta olan Fin-Ugor
akrabalığı tezini reddeden bir yazı kaleme alan Sámuel Gyarmathi idi. Reddi sonunda bir savunma
yazısı oldu. Görüşleri ve karşı görüşleri değerlendirerek Gyarmathi, sadece kendinin değil,
Sajnovics’in ve kişisel olarak tanıdığı Göttingen’li bilim insanı Schlözer’in de haklı olduğunu
gördü. Affinitas linguae Hungaricae cum linguis fennicae origines grammatice demonstrata
isimli, çığır açıcı niteliğe sahip eseri üç bölümden oluşur. İlk bölümde Macar-Lap-Fin, ikinci
bölümde Macar-Est dil akrabalığını isim çekimi, fiil çekimi, karşılaştırmalı sıfatlar, sayı isimleri,
adıllar, cümle yapılarının benzerlikleri, yani kelime uyumu temelinde kanıtladı. Eserin üçüncü
bölümünde Macar ve diğer Fin-Ugor dillerinin ortak benzerliklerini ortaya çıkardı, eklerde ise
Macar dilinin Slav öğelerini ve Macar-Türk dil uyumlarını dikkate aldı. Son bölümde yer alanlar
[Macar-Slav-Türk] hakkında iki dil arasında sadece bir akrabalık bulunmadığını, aynı zamanda
daha sonradan bağlantılar da kurulduğu kanaatindeydi. Her şeyi bir araya getirerek birçok selefine
benzer şekilde kendisi de Macar diline Vogul ve Ostyak dillerinin daha yakın durduğu görüşüne
vardı.
Gyarmathi’nin yazısı Sajnovics’in zamanındaki gibi bir etki oluşturmadı. Çağın belki de en
büyük dil bilimcisi olan Miklós Révai, Fin-Ugor akrabalığı tezini ve Fin-Ugor halklarının “en
yakın Akraba Halklar” arasında sıralanmasını kabul etti. Aynı zamanda İbrani, Keldani, Süryani
ve Arap dilleriyle olan akrabalığın da sadece uzaktan olduğunu düşündü. 1805’de yayımlanan A

34 Karelya: Finlandiya, İsveç ve Rusya için tarihi öneme sahip Kuzey Avrupa’da yer alan bölge. Bölgede bugün
Karelya Cumhuriyeti bulunmaktadır (ç.n.).
Magyar Deáki Történet isimli eserinde bu “uzaktan olan Akrabalık o kadar gerçek ve o kadar
görünürdür ki onu sadece bilgi sahibi olmayanlar inkâr edebilir” – diye yazdı. “Her ikisinin bir
zamanlar ki yaşamlarının, ahlak değerlerinin ve görünüşlerinin benzerliğinin kanıtladığını –
düşündüğü – ortak kökenin yanı sıra Hunlarla olan akrabalığı da ortaya koydu (Révai, 1912, 25-
35). Macaristan’da Aydınlanma Çağı’nın belki de en yetenekli tarihçisi olan János Keresztély
Engel de benzer şekilde düşünüyordu. 1813-14’de Almanca yayımlanan Macar tarihi
derlemesinde (Geschichte des Ungarischen Reichs) Révai’ye başvurarak Macar dilinin
İbraniceyle, doğu dilleriyle ve Finceyle olan benzerliklerine aynı şekilde atıfta bulundu, ancak
akrabalık hakkında doğrudan konuşabilmek için onları yeteri kadar birbirine yakın görmedi.
Sadece “Macarların kadim Asya’nın balıkçı ve avcı bir halkı” olduğunu bilmenin kesin şekilde
mümkün olduğunu yazdı (Engel, 1815, 51-53). Buna karşın on yedi-on sekiz yaşındaki Reformist
öğrenciler için Macar tarihini ilk defa 1805 yılında derleyen ve daha sonra birçok kez yayımlanan
ders kitabında Ézsaiás Budai, çalışmasını “Hunnus’ların” ve “Avarların tarihi” ile başlattı ve
“Sajnovics’in Laponların Macarlarla olan Akrabalığını yeteri kadar esaslı şekilde ortaya
koymadığını” düşündü (Buday, 1833, I/40). Magyar Századok isimli eseri 19. yüzyılın ilk iki
çeyreğinin en rağbet gören ve birçok kez de yayımlanan Macar tarihi derlemesi olan Benedek
Virág, Fin-Ugor akrabalığı düşüncesini aynı şekilde kabul etmedi. “Her ne olursa olsun – diye
yazdı – bugüne kadar hiç kimse Macarların Atilla’nın bakiyelerinden olmadığını kesin şekilde
ortaya koyamadı” (Virág, 1816, 5). Engel’e benzer şekilde on ciltlik Macar tarihini Almanca
yazan Aurél Ignác Fessler, tamamen kendi – güvenilir maddelerinde bugüne kadar etkili olan –
görüşüyle öne çıktı. Ona göre, bundan yüzyıllarca önce Türk kavimleri arasında yer alan
Macarlar, İndus vadisinde yaşıyorlardı ve oradan ayrılarak göçleri esnasında – Ural Dağları’nın
güney kısmında bir yerde – yüzden fazla kelime aldıkları, hatta topluluklarını birer birer kendi
içlerinde erittikleri Fin-Ugor halkları ile karşılaştılar. Fin-Ugor halklarının nitelikleriyle ve
kültürleriyle kadim karakteristik yapılarından, düşünce şekillerinden ve kültürlerinden genel
itibariyle uyuşmayan öğeleri hemen kaybetmediler. Bu yüzden Macarların en yakın akrabaları
sadece Finler veya Obi Ugorlar değil, aynı zamanda Hazarlar, Bulgarlar, Hunlar, Ogurlar,
Peçenekler, Uzlar veya Kumanlardır.
Bütün bunların sonucunda acaba Reform Çağı’nın şairi ve yazarı da – politik eğilimlerinden
bağımsız olarak – istisnasız şekilde Orta Çağ kronik geleneği karakterinde ve doğmakta olan
karşılaştırmalı dil biliminin sonuçlarını temel alarak Macarların kökeni ile ilgilenmiş midir?
Macar halkının “atası” olan “büyük Atilla”nın kahraman olarak sık görüldüğü Berzsenyi’nin
şiirlerini düşünelim. Vörösmarty’in çığır açan destanını Zalán – Anonymus’da “Salán” – futása
(1825) veya yazdığı şiirlerini “szittya gyermekekről” (1821) ve “Csaba szereleméről” (1824).
“Árpád’ın yiğit soyları”nın, Bendegüz’ün neşet edişinin anlatıldığı Kölcsey’in Himnusz’unu veya
Atilla’nın “Macar milletinin saygıdeğer kadim atası” olarak kabul edildiği Petőfi’nin Lehel vezér
başlıklı şiirini. Kazinczy gerçi “balık yağı kokulu akrabalığı” kabul etmeye meyil etti, ancak “yeni
tarih, kendimizi Atilla’nın bakiyeleri olarak ifade edebilme mutluluğundan bizi mahrum etmeye
başladı” diyerek üzüntü de duydu (Kazinczy, [1808]1916, 148).
Peşte Üniversitesi’nde Macar dili ve edebiyatı öğrettiği gibi belge ve arma bilimi dersi de
veren, kadim tarih teorisinde kendi çağının ölçüleriyle dahi aşırı derecede amatör ve romantik
milli bir onura sahip olan István Horvát, Macarlığın en eski tarihinin fantastik şekilde
renklendirilmesi konusunda tasavvur edilebilen bütün ölçütlerin ötesine geçti. Horvát’a göre ilk
başta dünyada aralarına Palóc’ların, Yas’ların ve “at kafalıların”35 yanı sıra Macarların da dâhil
olduğu İskitler oturuyordu. İskitler başlangıçta Numidiya’da36 ve Habeşistan’da37 yaşadılar ve
krallarını “kurganlara”, sonradan piramitlere gömdüler. Daha sonra bütün dünyaya dağıldılar.
Atlantik Okyanusu kıyısında Cadiz’i38 kurdular, fakat Arabistan’a, Pers diyarına ve Ermenistan’a

35 At kafalılar: Sekeller, eskiden sürekli at üzerinde hizmet gördüklerinden bu şekilde adlandırılıyorlardı. Ayrıca bu
terim halk dilinde de kullanılmaktadır (ç.n.).
36 Numidiya: Antik Çağ’da günümüzdeki Cezayir’in yerinde bulunan Berberi Krallığı (ç.n.).
37 Habeşistan: Etiyopya’nın eski adı (ç.n.).
38 Cadiz: İspanya’nın güneybatısında bulunan bir liman şehri (ç.n.).
da ulaştılar. Kral Davud, Herodot ve Aziz Paul gibi Partlar da Macardı ve Homeros’un Yas’lar39
arasında dolaşarak yazdığı İlyada da elbette ki Macarları konu alıyordu. İon Denizi, Yas
Denizi’nden başka bir şey değildir, Ege Denizi ise Atkafalı Denizi’dir. Ilium, Ilusvár; Babil, yani
Babilon ise Bábolna anlamını taşımaktadır. Mısırdaki mumyaların üzerindeki sargıların yazılarını
Sekel oyma yazısı temelinde açıklamak mümkündür ve Macar dili kökenini elbette ki İbraniceden
almadığı gibi tam çevirisi ile: “Macarlık bizim vasıtamızla Sidó40 diline girmiştir” (Horvát, 1825,
18-19).
Horvát’ın bu ve başka birkaç eserini, Reform Çağı’nın romantik şairinin hayal gücünün de
ötesinde tarihi gerçeklikten bu ölçüde bir sapma karakterize etti. İlk başta onunla bağlantı kuran
Vörösmarty, daha sonra bu sebepten ondan ayrıldı, Kölcsey onu kınadı, edebiyatın yanı sıra tarih
yazımıyla da meşgul olan József Bajza ise onu ciddi şekilde eleştirdi. Yurt sevgisi – yaşı geçkin
meslektaşının bugüne kadar geçerliliğini koruyan bir ilkeyle dikkatini çektiği şekilde – geçmişin
açığa çıkarılması için yeterli değildir: “Kendi karmakarışık tasvirlerimizin meydana getirdiği
cismani olmayan sahte tanrılar, bilim dünyasında donuk bir düşünceye ve karar verme sürecine
hâkim olmaya başladılar”. Tarihi “düşlerle, hayal gücünün ürünü olan mitlerle boğmak büyük bir
kazanç sağlamaz” (Bajza, 1863, V/181). Çağındaki eleştirilere rağmen Macar kadim tarihinin
bilimsel görüşleriyle yetinmeyenler Horvát’ın hayal gücünü bugüne kadar resmi görüş olarak
kabul ettiler (Eseri, 2001’de tıpkıbasım şeklinde A magyar múlt eltitkolt évezredei isimli serinin
III. cildi olarak yeniden basıldı).
Varsayıma göre eski belgelerden 16. yüzyılın başında derlenen ve bir örneği 1695’te hazırlanıp
1796’da Csíksomlyó’da ortaya çıkan csíki székely krónika da bugüne kadar hatırı sayılır şekilde
büyük bir başarı elde etti. Kroniğe göre, Atilla’nın imparatorluğunun çöküşünden sonra Sekeller,
Erdel’de yeni bir yurt bulmuşlardır. Merkezleri Sekellerin hindistancevizinden yapılmış gümüş
kakmalı kurban kadehini muhafaza eden, Sekellerin dini ve idari yetkilerle donatılmış reisinin,
főrabonbán’ın oturduğu ve inşa ettirenin isminden dolayı Buda olan Székelyudvarhely’in
yanındaki Budvár oldu. Karpatlar Havzası’na gelen yurt tutan Macarları, yeni yurt arayanlara
Árpád’ın da üzerine yemin ettiği Sekellerin taşa kazınmış temel yasalarını teslim eden Zandirhám
adındaki főrabonbán kabul etmişti. Belgenin güvenilirliği bilim dünyasında başlangıçtan beri
kuşkuyla karşılanmış olsa da büyük çoğunluk ve entelektüel elit kesimin bir kısmı heyecana
kapıldı. İlk önce el yazısı şeklinde, daha sonra 1818’den itibaren basılı şekilde de yayıldı. Latin
dilindeki metnin tarih hataları ve içindeki tezatlıklar temelinde sahte olduğunu önce 1883’te Géza
Nagy, ardından ondan daha ikna edici şekilde 1905’te Lajos Szádeczky-Kardoss ortaya çıkardı.
Sekellerin kökeniyle ve tarihi ile bağlantılı mitolojik teoriler, bundan başka nihai amaçlarla ve
maddi yarar ümidiyle bir araya getirilen belgelere bugüne kadar güvenilir kaynaklar olarak
başvuruldu (Sándor, 2011, 376-378).
Reform Çağı’nda Macar dilinin akrabalık ilişkileri ve Macar halkının kökeni etrafında
oluşturulmuş tartışmayı genç bir avukat olan Antal Reguly çıkmaza girmekten kurtardı. Bilinçli
bir şekilde “Doğudaki Macarları” aramak amacıyla Asya’ya doğru yola çıkan Kőrösi Sándor
Csoma’dan ve diğer çağdaşlarından farklı bir şekilde Reguly’nin kaderi Macar kadim tarihi ile
ilginç bir şekilde çakıştı. Almanya’daki eğitim yolculuğundan gelmiş bir turist olarak tesadüfen
Stockholm’de sürgün edilmiş Finli bir kütüphaneci ile tanıştı. Finli bilge ile sürdürdüğü
konuşmaların etkisiyle bundan sonraki yaşamını halkının dil akrabalarını araştırmaya adamaya
karar verdi. Bu amaçla 1839’da Fin ve Lap dilini öğrendiği ve Fin halk şiirinin yaratımlarını bir
araya topladığı ve çok geçmeden yayımlanan Kalevala’nın çevirisine başladığı Finlandiya’ya
gitti. 1841’de Rusça öğrendiği Saint Petervar’a taşındı ve Ural bölgesinin edebiyatını inceledi,
sonra 1825-27’de kurulan Macar Bilim Derneği’nin desteğiyle 1843 ve 1846 arasında Sibirya’nın
batı bölgelerini ziyaret etti. İki halkın dilini, dini adetlerini ve halk şiirini öğrendiği Vogullar ve
Ostyaklar arasında yaklaşık bir buçuk yıl geçirdi. Daha sonra Volga civarında yaşayan halklar –

39 Yas’lar: Oset-Alan kökenli ve Árpád zamanında Macaristan’da Zagyva civarına yerleşmiş bir halk (ç.n.).
40 Sido: İbranice (ç.n.).
Mordvinler, Çeremişler, Udmortlar, Başkırlar ve Çuvaşlar – arasında da bulundu. Az çok onunla
çağdaş olan Ural (Fin-Ugor ve Samoyed) halklarının kadim yurdunu bugünkü Moğolistan’ın
kuzeybatı kısmında, Altay ve Sayan dağları civarında bulduğunu düşünen Finli Castrén M.
Alexander, 1841 ve 1849’da Ural Dağları’nın iki tarafında yaşayan Fin-Ugor ve Samoyed halkları
arasında araştırma yapmıştı. Castrén’in görüşünü kabul eden Reguly, hasta bir şekilde, lakin
çantasında eşsiz zengin dil ve coğrafya malzemesi ile 1848’de yurduna döndü. Hastalığı ve
1858’de vuku bulan ölümü topladıklarının gözden geçirilmesini engelledi. Bu işi nihai şekilde
avukatlıktan dil bilimci – 1851’den itibaren Akademi’nin baş kütüphanecisi – olan başka bir kişi,
Pál Hunfalvy gerçekleştirdi. Sadece dilsel değil, aynı zamanda coğrafi ve etnik materyali de içeren
çalışması (A vogul föld és nép) 1864’de yayımlandı. Hunfalvy, burada “Macar dilinin Altay dil
ailesine, bunun da Ugor dil grubuna ait olduğunu, Fin ve Türk dil gruplarının arasında bir yer
işgal ettiğini” ve “Vogul ve Ostyak dillerine daha yakın durduğunu” ikna edici delillerle ortaya
koydu. Bu eserden ve farklı Bizans, Batı Avrupa ve Macar yazılı kaynaklarının bir araya
getirilmesinden – Castrén’in teorisi karşısında – “Macar halkının kadim yurdunu, üstelik Hazar
halkıyla da bağlantılı olan bir yerde aramak gerekir. Bu kadim yurt aşağı İrtiş ve Tobol
sahalarındadır ki, orayı Macar kronikleri de belirtmektedir” şeklinde bir sonuca vardı. Atalarımız
buradan, yani Uralların öte tarafından güneybatıya göç ettiler, uzun bir zaman Başkırdistan’da ve
Levedia’da41, sonra en son Etelköz’de42 ikamet ettiler. Hunlarla ve Avarlarla akrabalık
aşamasında kaldık, tek bir halkın dilini dahi bilmediğimizden dil bilimsel temelde – okuyucuyu
biliçlendirdi – karar vermek mümkün değildir. Macar kronik edebiyatının Hun-Macar geleneği
konusunda her şeye rağmen “tarihi açıdan güvenilir hale dönüşmesinin hiçbir surette imkân ve
ihtimali yoktur” (Hunfalvy, 1864, 352-354).
Hunfalvy’nin eserinden daha sonradan müsamalı tutum yok oldu. Macaristan halklarıyla ilgili,
1876’da derlediği monografisinde kadim tarih açıklamalarını da genişletti, karşı görüşleri sabır
göstermeyen bir ses tonu ile “etnografyada dilin tanıklığı güvenilir ışık veren tek kılavuzdur” ve
“Milletlerin kökeni söz konusu dillerin kökeni ile aynıdır” şeklinde yanıtladı. “Macar milletinin
aslen Finlerden, Ugorlarla birlikte değişime uğramış olan Fin-Ugor topluluğundan neşet etmesi
ve Ugorluğun en güney mülkünde çoğunlukla balıkçı-avcı bir halk şeklinde devam eden
şekillenmesi” Macar dilinin karakteristik özelliklerinin hep birlikte tanığıdır. Ugor kadim yurdu
bu yolla Ural Dağları’nın iki tarafına, “batıda Pecsóra, Kama ve Orta Volga, doğuda Obi, Aşağı
İrtiş ve Jajk (Ural ırmağı) çevrelerine” yerleşti. Yüzyıllar boyunca süren Fin-Ugor ve bunu
takiben Ugor birlikteliği esnasında “onun ruhu olan ve her şeyi gelecek zamana kalan milletin ve
dilin tek vücut haline gelişi şekillendi”. Bu halde daha sonraki etkiler, Türk ve “Sloven”, yani
Slav etkileri bu duruma oranla önemsizdir: “Dilin yapısı genel itibariyle fiillerde ruh buldu,
değişmeden kaldı”. Mitler dünyasına atıfta bulunan Orta Çağ kronik geleneği ile de yakından
ilgilendi. Örneğin – adapte edilen – Hun kökeni teorisi “yabancı ülkelerden”, yani Batı
kroniklerinden Macar kroniklerine girmiştir; “öyleyse tarihi temelden yoksun olduğuna, masaldan
başka bir şey olmadığına emin olalım”. Macarlarla aynı dile sahip olduğu şüpheye yer
bırakmayacak şekilde kanıtlanmış olan “Sekellerin Hun kökeni de masaldan başka bir şey
değildir”. Nitekim aynı toplumsal ve kültürel etkilerin Macarlar gibi onları da etkilediği görülür.
“Sekel, kökeni ne olursa olsun farklı bir halk olmadığı gibi sınır muhafızıdır da” ve Erdel’e ancak
Aziz László’nun43 hükümdarlığı zamanında veya sonrasında yerleşmiştir (Hunfalvy, 1876, 222-
302).
Sajnovics tarafından başlatılan, sonra Gyarmathi, Reguly ve Hunfalvy tarafından sürdürülen
çalışmayı József Budenz sonuçlandırdı. József Budenz, Marburg ve Göttingen üniversitesinde dil
bilimi öğrendi ve Altay dilleri ile ilgilenmek istediğinden dolayı Macarca öğrenmeye başladı.
Hunfalvy’nin çağrısı ve desteği ile 1858’de Macaristan’a geldi. Hızlı ve esaslı bir şekilde Macarca

41 Levedia: Macarların 830 civarında geldiği Don ve Dinyeper nehirleri arasındaki bölge (ç.n.).
42 Etelköz: Macarların 889 yılında Peçeneklerin baskısı sonucunda geldiği Prut, Dinyester ve Dinyeper nehirleri
arasındaki bölge (ç.n.).
43 I. (Aziz) László: 1077-1095 yılları arasında hüküm sürmüş olan Macar Kralı (ç.n.).
öğrendi, Reguly’nin mirasının incelenmesi işi ile ilgilendi ve 1872’de Budapeşte Üniversitesi’nin
Altay Karşılaştırmalı Dil Bilim Kürsüsü’nün, daha sonra da Fin-Ugor Dil Bilim Kürsüsü’nün ilk
profesörü oldu. Başlangıçta Macar-Türk dil akrabalığını, Fin-Ugor Macar dil ilişkisinde daha
karakteristik görmesine rağmen kariyerinin ikinci kısmında Macar-Türk benzerliklerinin daha az
önem taşıdığını, ikinci derecede önemli olduğunu dile getirdi. 1873 ve 1881 arasında bugüne
kadar Fin-Ugor karşılaştırmalı dil biliminin temeli olan, beş ciltten meydana gelen Magyar-Ugor
Összehasonlító Szótár’ı yayımladı. Burada yaklaşık olarak bin tane Macarca kelime kökünün FinUgor olduğunu doğrulamaya çalıştı. Kelime açıklamalarının önemli bir kısmı uzun zaman
kanıtlanamasa da bilimsel anlamda Fin-Ugor karşılaştırmalı dil biliminin Macaristan’da ortaya
çıkışında belirgin bir rol oynadı (Pusztay, 1977, 159-162).
Hunfalvy’nin ve özellikle Budenz’in çalışmasıyla yaklaşık bir yüzyıldır tartışma konusu olan
Macar dilinin akrabalık ilişkilerinin sonuca bağlandığı görüldü. Fin-Ugor akrabalığı ve kadim
yurdun Ural Dağları yanına yerleştirilmesi yabancı yazında giderek daha çok kabul görür hale
geldi. Hun-Macar akrabalığı fikrini gitgide daha rağbet görür hale getiren Fransız tarihçi Thierry
Amédée’nin 1856 yılındaki Atilla ve halefleri hakkındaki eseri bir istisna sayılır. Macar bilim
dünyasında da Fin-Ugor akrabalığının kabulü aynı şekilde artış gösterdi. Bunun yanında aynı
zamanda – entelektüel ortamda farklı bir şekilde daha da yayılarak – İskit teorisi ve Hun-Macar
ayniyeti teorisi de yaşamaya devam etti. Akademi44 sekreteri, sonra baş sekreter olarak birçok
vesileyle Fin-Ugor dil bilimcilerini ve onların vardıkları sonuçları takdir ettiğini ifade eden, hatta
Fin halk edebiyatı ve Samoyed halk masalları hakkında da yazan János Arany’ın külliyatı bu
ikileme en iyi örnektir. Aynı zamanda bir şair olarak da 1850’li yıllardan itibaren ölümüne kadar
Hunfalvy’den farklı şekilde “halkın ağzından derlenen” “kadim geleneğin” notlarını da içerir
şekilde Kézai’nin adı ile bağlantılı olan Hun tarihi ile ilgilendi. Rege a csodaszarvasról adlı eserin
de dâhil olduğu, tamamlanmamış halde kalan Csaba-trilógia’da bu dönemin birçok destanını şiire
döktü ve onları uzun süre bu şekilde muhafaza etti.
Arany’ın şiirlerinde olduğu gibi Jókai de “hayali tasvirlerle” yeni Macar nesillerinin yüreğineruhuna girdi. İlk defa 1854’te yayımlanan efsanevi tarihlerinde Macarlar, Kézai’de olduğu gibi
Hunlarla aynıdır ve yurt tutuş hadisesi aslında “Atilla yurdunun”, “zengin atanın mirasının”,
“vaad edilmiş Kanahan”ın45 eski yurtta kalanlar tarafından geri alınmasıdır. Daha doğrusu “daha
savaşçı olan boy” doğuda kaldığından dolayı “cesareti daha az olan nesil” sığırlarıyla, sürüleriyle
kuzeye çekildi ve orada antropolojik olarak dönüşüme uğradı. “Bedeni güçsüz, zayıf, dört
ayaktan46 daha uzun olmayan, kafası yassılaşmış, köşeli, dudakları geniş, gözleri küçük, bütün
yüzü ruhunun vahşi anlamsızlığını gösteren, yüreği hiçbir acı, hiçbir arzu bilmeyen, tek güdüsü
hergün yaşadığı açlık olan, hiçbir duygu taşımayan, hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şey sevmeyen,
topal, kısa boylu mağara adamı ırkı” oldu […]. Ve bu halk çok sayıda Macarca kelimeye sahip
bir dil konuşan, vakur, heyecan uyandıran haberiyle kendine yabancı halklar arasında binlerce
yıldır yaşamayı başarmış, şimdi de halen Tanrı’nın en güzel, en soylu halklarından birisidir”
(Jókai, 1854, 29-30). 1883 yılındaki Bálványosvár adlı eserinde Csíki Sekel Kroniği’ni
romanlaştırdı. “Çok çeşitli Macar halkları arasında – diye yazdı – Sekel kendisini ilk sırada tutar,
sonra diğerleri gelir. […] Hak ettiği şekilde. Etele’nin gökyüzünden gelen kılıcını yadigâr olarak,
Reis Csaba’nın öküz derisine Hun harfleriyle yazılmış vasiyetini, Zandirhám’ın taş kalkanlarını
ve yedi reisin ittifak yemininde47 kanlarını akıttıkları hindistancevizinden yapılmış kadehi beş
adet yasayla muhafaza eden onun bu eski yurduna, gerçekten güçlü toprağına hiçbir yabancı ayak
basmamıştır. Bunların hepsi Sekellerin hazinesidir. Kadim inançları da İskitya’nın bakirliğinde
onlarla birlikte kalmıştır” (Sándor, 2011, 379).

44 Macar Bilimler Akademisi (ç.n.).
45 Kanahan: Kenan Ülkesi. Şeria nehrinin batısında bulunan Antik Filistin topraklarının dini metinlerdeki adı (ç.n.)
46 Ayak: Bir uzunluk ölçüsü birimi. 30,48 cm.’e denk gelir (ç.n.).
47 Macar geleneklerine göre – Anonymus’un da Gesta Hungarorum’da belirttiği üzere – Álmos, Előd, Ond, Kond, Tas,
Huba ve Töhötöm isimli yedi Macar reisinin Etelköz’de kanlarını bir kâseye akıtarak ettikleri birlik yemini (ç.n.).
Tarih yazımı gerçi Orta Çağ geleneğinden uzaklaştı, ancak o zamandan beri bütünüyle hiçbir
surette kesintiye uğramadı. Ulusal liberal tarih ekolünün en büyük temsilcisi Mihály Horváth,
1860’lı yıllarda yayımlanan Macar tarih sentezinin ilk cildinde Macarların kökenini “ulusal
efsaneler” ve “tarihin izinde” benzer şekilde anlattı, lakin “ulusal geleneklerimizi” en güvenilir
olarak kabul etti. Macar ve Fin dillerinin birbiri ile akraba olmasından Horváth da bir kuşku
duymuyordu. Ancak bunu kesin olarak kabul etmedi. “Türk diliyle – diye yazdı – dilimizin
benzerliği Fin dili ile olduğu gibi aynıdır. Hatta dilimizin hem düşünce yapısı, dil bilgisi kuralları
olarak, hem de birçok kök kelimeye bakarak Mançu-Moğol diline de benzediği şüphesizdir […]
Dahası sayısız kök ve türemiş kelimemizin Çin dilinde bulunabilen anlamının açıklaması olduğu
da şüphe götürmez”. Öte yandan Alexander von Humboldt’a ve farklı antropolojik gözlemlere
atıfta bulunarak “dillerin benzerliğinden insan ırklarının aynı olduğu sonucuna ulaşmak mümkün
değildir” şeklindeki tartışmada da kesinlikle hakkı vardı. Bütün bunları düşünerek Macarları
“Altay, yani Hun-İskit” halkının üyeleri arasına koydu ve sık sık kelimesi kelimesine Kézai’ye
atıfta bulunarak “akrabalarının” Kumanların, Hazarların, Bulgarların, Avarların ve Peçeneklerin
aile ağacını bütünüyle Yafet’e kadar geri götürdü –. Kadim yurt sorununda Julianus’a atıfta
bulunarak Macarların Levedia’dan önce Volga yanında bir yerde, Başkır diye adlandırılan bir
sahada yaşadıklarını ifade eden görüşe ise itibar etmedi (Horváth, 1860, I/1-17). Buna karşın
Horváth’ın çağdaşı ve meslektaşı László Szalay, 800’lü yılların son çeyreğinden başlattığı çok
ciltli ülke tarihi çalışmasında gelenek ve bilim arasında gerginlik yaratan tezatı çözüme
kavuşturdu. Kadim Macarlar hakkında “Öyle görülüyor ki Orta Asya’dan Avrupa’ya gelip orada
muazzam bir imparatorluk kuran Hazar halkının Macar – Türk milleti – dostu ve akrabası idi”
şeklinde yazdı (Szalay, 1852, I/4).
4. Ugor-Türk Mücadelesi
19. yüzyılın ikinci yarısının dil bilimcileri daha az önem verse de Fin-Ugor akrabalığına oranla
Türk etkilerini giderek daha çok kişi kabul etti. Dört yıl İstanbul’da kalan ve dil öğreniminden
sonra 1860’lı yılların ilk yarısında Müslüman bir derviş kılığında bütün Orta Asya’yı gezen Ármin
Vámbéry’nin düşüncesini de başlangıçta bu [görüş] şekillendirmişti. Yurduna döndüğü zaman
kısmen seyahat yazılarında, kısmen dil bilgisi çalışmalarında birikimlerini dile getirdi. Bu
noktada Macar dilinin esas itibariyle Fin-Ugor olduğunu bilmesine ve Türk diliyle, bu bağlamda
halklarla olan akrabalığı ikinci planda tutmasına rağmen kelime uyuşumları sürecinde bazı
zamanlar amatörce davrandı. Türkçe kelimelerin zaman zaman ikincil anlamını temel aldı ve
onların ses düzenini de değiştirdi. Bunun üzerine 1871’de József Budenz’in de payı olduğu güçlü
bir eleştiri yıllar boyunca süren bariz bir şüphe ortaya çıkardı. Budenz’in eleştirilerine Vámbéry
birkaç yıl sonra yedi yüz sayfalık kitabında cevap verdi. Burada Macarların “sadece Fin-Ugor
değil, aynı zamanda özellikle çekirdeğini, yani daha ziyade elit tabakasını Türk-Tatar öğelerinin
şekillendirdiği” “karışık bir halk” olduğu kanaatine vardı. Teorisine göre “prehistorik zamanda”
Orta Asya’da bir “etnografya devrimi” yaşanması sırasında güneyden farklı Türk-Tatar halkları
Altay Dağları’nın kuzey yamaçlarında yaşayan Fin-Ugor halklarına sokulmuşlar ve onları batıya
Urallara doğru sıkıştırmışlardı. Daha sonraki zamanlarda galipler mağluplarla birleşmişler ve
bundan “çok renkli halk karışımları” meydana gelmişti. Çoğunluğunu Ugorların oluşturduğu,
çekirdeği ve yönetici tabakası Türk kökenli olan Macar, bunlardan birisidir (Vámbéry, 1882, VI.).
Uzun süren tartışmada ilk başta dil bilimciler, örneğin Pál Hunfalvy ve József Szinnyei,
Budenz’in yanında olduklarını dile getirirken Vámbéry’nin arkasında ise en başta tarihçiler,
örneğin Géza Kuun, Henrik Marczali, Gyula Pauler ve József Thury yer aldı. Eleştirilerin etkisiyle
Vámbéry görüşünü revize etti. Yurt tutuşun bininci yılı48 vesilesiyle yayımlanan yeni kitabında
ilk görüşüne geri döndü ve birçok soruda eleştirilere hak verdi. “Macar ve Türk dili alanında”
Macar ve Fin-Ugor dillerinin “akrabalık derecesinin […] en seçkin ve gitgide en göze çarpan”
olduğunu kabul etti. Üstelik bir Macar olarak “karışık bir halk olan Fin-Ugor’un kökeni üzerine
en küçük bir kuşkumuzun bulunmadığının da” farkına vardı. Aynı zamanda Hunfalvy ve
genellikle dil bilimciler tarafından savunulan bir dilin onu konuşan halkın nereden geldiğini,

48 Bininci Yıl Dönümü: Yurt Tutuş hadisesinin (896) bininci yıl dönümü (1896) (ç.n.).
akrabalık ilişkilerine bakarak da mutlak bir şekilde ispat edebileceği görüşünü giderek reddetti.
Bunun yanı sıra daha yeni – kronik geleneğinin ikili veya üçlü yurt tutuş teorisini açıklayan –
hipotezlerle ortaya çıktı. Bu vesileyle Fin-Ugor halklarının Karpatlar Havzası’nda Atilla’nın
savaşları ile ortaya çıktığını iddia etti. “Bu Ugorlar, Atilla’nın ordusunda levazım sınıfına aittiler
ve çoğunlukla barışa yakın duran kişiler olarak hizmette bulundular”. Ugor yardımcı kuvvetleri
Avarlara da katıldı, Karpatlar Havzası’ndaki halkların karışması bu şekilde 6-8. yüzyılda da
devam etti. Böylece 9. yüzyılın son çeyreğinde Árpád’ın Macarları Karpatlar Havzası’nda ortaya
çıktığı zaman “genellikle Avarların bakiyeleri diye söylenen boya ve soya ait akrabalarıyla karşı
karşıya geldiler” (Vámbéry, 1895, 7, 23, 186). Şayet böyle olmasaydı – daha sonra 1882 tarihli
kitabında not düşmüştü –, yani eğer Macarlık “etrafında farklı akrabalık öğelerinin belirgin
olmadığı bir çekirdek şeklini almasaydı, tahminen zihinsel üstünlüklerinin yanı sıra kendilerinden
olan mağlup ettikleri kitleleri yutan ve tüketen Bulgarlar, Moğollar, Mançular vb. olarak devam
edecekti”.
Vámbéry’nin düşünce şeklini ve dil bilimsel temeller üzerinde yükselen tezlerinin esas
niteliğini Ugor-Türk karışması, bu karışımdan meydana gelmiş Macarlığın 19. yüzyılın ikinci
yarısında tedrici şekilde çoğalan 8-11. yüzyıllara ait arkeolojik buluntunun da desteklediği
görülen Karpatlar Havzası’na defalarca yerleşim tezi oluşturur. 1834’te bulunan Benepuszta’daki
mezar ve yüzyıl dönümü arasında arkeologlar yurt tutuş zamanına ait iki yüzden fazla mezarı ve
diğer buluntuları ortaya çıkardı. Bu buluntuların bir kısmının incelenmesi sonucunda Macar
Ulusal Müzesi Müdürü Ferenc Pulszky, 1874’te Árpád’ın Macarları gibi Avarların da “Turani bir
halk” olduğu ve önemli bir kısmının Frank İmparatorluğu’nun 781 ve 791 yılları arasındaki
saldırılarında hayatta kaldığı sonucuna vardı. “Kroniklerimizin bundan söz etmesine” rağmen 9.
yüzyılın sonunda bu bakiyeler “ancak iki kuşak sonra gelen Árpád’ın ordularıyla bir araya
gelebildiler”. Arkeolojik, dil bilimsel ve coğrafi verilerden okunabilen bilgileri bir araya getirmek
için çaba gösteren Géza Nagy ise yüzyıl dönümündeki yıllarda açık bir şekilde Avarlar, bu
bağlamda Avar çağındaki halk grupları ve yurt tutan Macarlar arasındaki etnik ilişkinin ihtimali
üzerine bir makale kaleme aldı. Bahsedilen arkeologlar ve Jenő Zichy’nin 1897’deki bilimsel
seyahatinin üyesi olarak Rusya’daki buluntuyu da inceleyen Kolozsvár’lı Profesör Béla Pósta,
Karpatlar Havzası’nın yurt tutuş zamanındaki materyal yadigârının karakteristik özelliklerinin
(çiçek desenleri, kakma biçimleri ve kılıçların şekli ve zengin ilavelerle düzenlenmiş mezarların
atlı gömüleri) sadece Kafkasya veya Volga kıyısı ile değil, aynı zamanda daha ziyade Orta
Asya’daki buluntularla benzerlik gösterdiğini ortaya koydu (Langó, 2007, 96-99).
1890’lı yılların başında arkeoloji daha gözü pek yaklaşımlarda bulunurken Vámbéry’nin
görüşüyle benzer şekilde bağlantı kuran yeni bir hipotezle Sami ve diğer doğu dillerini de bilen
Kont Géza Kuun ön plana çıktı. Ona göre Macarların ataları binlerce yıl önce Uzak Doğuda, Altay
Dağları’ndan kuzeye doğru oturuyorlardı ve Uygurlarla beraber Doğu Türkçesi konuşuyorlardı.
Miladın başlangıcından sonraki birinci yüzyılın sonunda “On Uygur olarak” tanındıkları ve
Jugria’da yaşayan Vogullarla ve Ostyaklarla temas kurdukları İrtiş yöresine göç ettiler. Bu
temasın sonucu Macar dilinin Fin-Ugor karakteri göstermesi ve Uygur-Ugor halklarının
karışmasıdır. Macar kavimleri 6. yüzyılın ortasında buradan da öteye geçtiler. Yeni yerleşim
yerleri Avarlarla beraber yaşadıkları Urallardan batıya uzanan Başkırdistan oldu. Burada Magna
Hungaria’yı kurdular, büyük çoğunluğu buradan da 8. yüzyılın sonunda batıya doğru yeni bir
göçe başladı. Bir kısmı burada kaldı ve Julianus onların halefleriyle 1237’de karşılaştı (Kuun,
1892, I/11-114.).
“Ugor-Türk mücadelesi”nin 19. yüzyılın sonuna yayılan bölümü, yüzyıllar boyunca Türk
etkilerinin de olmasına rağmen Macar dilinin gramer yapısının ve temel kelime hazinesinin FinUgor karakteri taşıdığını doğruladı. Aynı zamanda dil akrabalığının kesinkes etnik akrabalık
anlamına gelmeyeceği bilgisini de verdi. Profesyonel Macar tarihçilerinin ilk kuşağının en büyük
temsilcisi olan Henrik Marczali, – Bálint Hóman tarafından daha sonra “uzlaştırıcı eğilim” diye
isimlendirilen – bu anlayışla Macarların kökenini bininci yıl dönümü kutlamaları vesilesiyle
yayımlanan, Szilágyi’nin adıyla anılan A magyar nemzet története’de kaleme aldı. “Hell’den ve
Sajnovics’den Budenz’e kadar bir yüzyıldan fazla süren araştırması – diye yazdı – Macar dilinin
Ural-Altay dil ailesinin kolları arasında yer alan Ugor dalına ait olduğunu gösteren çok sayıda
benzerlik bulunduğunu kuşkusuz hale getirmiştir. Fakat dil bilim aynı zamanda kelime
hazinesinin oldukça büyük bir kısmının aynı dil ailesine ait olan Türkçeye de yakın durduğunu,
hatta Macar dilinin bileşenleri arasında Moğolcanın da yok sayılamayacağını ispat etti”. Bu
şekilde “Macar dilinin kökeni büyük oranda açıklığa kavuşmaktadır”, lakin “bir dilin kökeninin
açıklığa kavuşması esaslı bir itici güç olmasına rağmen halen bir milletin kökenini açıklığa
kavuşturamamaktadır”. “Antropolojideki ayırt edici vasıflar olan anatomi, saç, ten rengi, kafatası
yapıları” bunlardan daha önemlidir. Arkeologların hipotezleri ve 19. yüzyılın son çeyreğinde
başlayan antropolojik araştırmaların ilk sonuçları temelinde yurt tutanların “ırki”, yani etnik
geçmişine dair Marczali de kesin bir cevap veremedi. Bunun sonucunda yurt tutanların “kesinlikle
Türk, Fin-Ugor veya Moğol koluna” ait olup olmadıklarına dair “yeteri derecede kesin bilgiye
sahip değiliz” – şeklinde yazdı. Sadece “yeni yurtta yaşanan büyük çaptaki Hristiyanlaştırmanın
eski farklılıkları yok ettiği” kesindir.
Kısa bilgiden İncil’deki soy tamamıyla, buna karşın Hun geleneği kısmi şekilde ortaya çıktı.
Macarların Hunların halefleri olduklarının “ispat edilemez olduğunun” – Marczali de farkına
varmıştı –. Buna karşın Macarların atalarının bir zamanlar Atilla’nın imparatorluğuna dâhil
olabilecekleri” “sorunlara yol açacak bir inkâr olurdu”. Kanıt olarak Gotlarla ilgili eserinde (A
gótok eredete és tettei) Atilla’nın ölümünden sonra İskitya’ya çekilen 6. yüzyılda Hunların bir
kavmi olarak andığı, ona göre belki de Macarları ifade eden “Hunugorlar” için kısmen Jordanes’e
ve adının Macar halk adıyla aynı olması mümkün olan, dünya kroniğinde (Cronographia)
Muag(y)er şeklinde okunabilen bir Hun kralının da rol oynadığı 8. yüzyıl Bizans tarih yazarı
Theophanes’e başvurdu. Orta Çağ Macar kronikleri “yurt geleneği” kısmını ayrıntılı bir şekilde
ortaya koymuştu, ancak incelemelerinin sonunda yeterli sayıda oybirliği ile şu notu yazdı: “Yurt
içinde bulunan kaynaklarımızın temelinde kadim Macarların durumunun ve değişiminin bir
dereceye kadar da olsa güvenilir bir tasvirini yapmakla bir kazancımız olmadı. Halen orada
parlayan gerçek geleneğin değerli madenini, yanına konulan yabancı cevherler ve toprak çeşitleri
arasından büyük bir zahmetle ve tedbirle eritmek gerekir”.
Macarların kadim yurdunu Marczali, Vámbéry’e benzer şekilde atalarımızın – uzun bir göçten
sonra “Ural-Altay ırkının ortak yurdu” olarak görülen Altay yöresinden geldiği Ural Dağları ve
Azak Denizi arasına yerleştirdi. Kadim yurtta onlara Pers etkisi de ulaşmıştı ve burada “tarih
öncesi dönemlerden itibaren” Ural ve Volga ırmaklarının yukarı akış mecrasında yaşayan FinUgor kavimleriyle de karşılaştılar. Atlı bir bozkır halkı olarak, “sık sık peşine düşülen yağma
hareketleriyle” kadim Macarlık diğerleri ona gönüllü olarak katılıncaya kadar dağlık yöredeki
Ugor nüfusundan giderek daha çok sayıda hizmetkâr elde etti. “Tabiiyet altına alınanların
sayısının hükümdarın halkından daha fazla olması olasıdır, hatta muhtemeldir. Lakin bu son
sıradakiler Türk idi, buna sadece isimleri işaret etmemektedir, aynı zamanda politik ve askeri
şartlarından dolayı iki bileşenli bir parçanın meydana geldiği sonucuna varmak da mümkündür.
Böylece Türk-Ugor şeklinde karışan halk, tarihi kaynakların tanıklığına göre de tarihin eşiğini
Macar milleti olarak geçti” (Marczali, 1895, I/7-34).
Avarlar ve Macarlar arasındaki etnik ilişki ve Macarların 9. yüzyıldan önceki muhtemel
yerleşimi sorununu Marczali gündeme getirmedi. Buna karşın editör arkadaşı, Hunların ve
Avarların Karpatlar Havzası’ndaki hâkimiyetleri meselesi ile uğraşan Géza Nagy okuyucuyu
kuşku uyandırmayacak şekilde bilgilendirdi: “Árpád, sadece yabancıları, sadece akraba halkları
değil, aynı zamanda Macarları da bu yurtta buldu. Macar ırkı yurt tutuştan daha önceden de
buradadır. Avarlarla da gelmiş olmaları mümkündür, fakat daha önceden olmasa bile 7. yüzyılın
son çeyreğinde Macar göçü de başlamıştır. Efsanelerimiz bu ilk dönemin nesillerini Sekellerde
arar ve bu şekil hadiselerde halkların hatırası hayrete değer şekilde kalıcı olmuştur” (Géza Nagy,
1895, I/CCCLII.).
5. İkinci Ugor-Türk Mücadelesi
Yüzyıllardır süren genel kabul görmüş Hun-Macar ayniyeti tezi, 19. yüzyılın sonunda esas
itibariyle efsanelerin dünyasına atıfta bulunmaktaydı. Yurt tutan Macarlığın Fin-Ugor kökenli
dili, öte yandan atlı-göçebe Türk kültürü ve toplumsal yapıdaki karşıt söylemler, üstüne üstlük
kadim Macarların göç yolu, araştırmacıları gitgide heyecanlı bir şekilde cezbetti. Hun-Macar
ilişkisi ihtimalini de içeren Türk-Macar dil ve/veya etnik akrabalığının takipçileri ve Fin-Ugor dil
ve halk akrabalığının temsilcileri arasındaki fikri keskin değişiklikler bu yüzden 20. yüzyılın ilk
yarısında da devam etti. Hatta sadece devam etmedi, aynı zamanda dönemin en seçkin dil
bilimcisi olan Elemér Moór, 1939’da “ikinci Ugor-Türk mücadelesi olarak” nitelendirdiği yeni
dönemin yeni rol oynayan yeni tartışmalarını 1930’lu yıllarda bir kez daha sık ve göze çarpar hale
getirdi.
Macarlığın Hunlarla da olan temasını, Türk kökenini doğrudan doğruya Marczali’nin
derlemesinin yayımlanmasından sonra Kiskunhalas Reformist Koleji öğretmeni ve kütüphanecisi
olan, Vámbéry’nin cesaretlendirmesi ile sadece Türkçe değil, Arapça ve Farsça da öğrenen ve
Batı ve Bizans kaynaklarının yanı sıra o zaman ulaşılabilen Arap, Pers ve Çin kaynaklarını da
ayrıntılı şekilde inceleyen József Thury ifade etmişti. “Tarihin onları her zaman Türk halklarının
bir üyesi olarak tanıdığı” Macarların çok çok eski yurdu – Géza Kuun’a benzer şekilde ifade etti
– Uygurların, Ugorların ve İgurlar diye de adlandırılan diğer başka Türk kavimleriyle beraber
yaşadıkları muhtemelen Sayan Dağları’ndan da doğuya doğru, Orhun, Tula ve Selenga
ırmaklarının kıyısında Baykal Gölü’nden güneye doğru uzanıyordu. Aralarından 1. yüzyılın
sonunda İrtiş’in yukarı akış mecrası ve Balkaş Gölü arasındaki bozkırlara, bugünkü Kırgızistan’a,
oradan da 4. yüzyılda Ural Dağları ve Hazar Denizi arasındaki step kuşağına, Volga ve Ural
ırmaklarının yanına göç eden on kavim (On Uygur/Onogur) çıkmıştı. Avrupa’nın doğu sınırlarına
gelen bu halk grubunu Avrupalı yazarlar 5. yüzyılda Khun, Hunn, Hun, Unn şeklinde belirtirken
Çinliler Hungnu/Hunnu/Hiun, Persler Hunu, Hindular Huna ismiyle andılar. Onlar kendilerini –
Thury de bu kanıdaydı – Ugur/Uygur veya Onogur/Unugur şeklinde adlandırıyordu ve 5.
yüzyıldan itibaren aralarında Priskos’un da bulunduğu Bizanslılar onları bu şekilde tanımladılar.
Buradan ve başka isim oluşumlarından Thury, kadim Macarların (Hunugurlar/Unugurlar)
Hunlarla ve Avarlarla beraber Uygurlar arasından çıkan Onogurların bir kolunu oluşturdukları
sonucuna vardı. Bu şekilde “Macarların akrabalığı, eski zamanlarda ise Hunlarla ayniyeti” bir
masal olmadığı gibi, tarih içinde hiçbir şeyin ondan daha güzel ve daha elle tutulur şekilde
kanıtlanamayacağı tarihi bir gerçektir”. Thury de Vámbéry’e, Kuun’a ve Marczali’ye benzer
şekilde Türk kökenli Onogur-Macarların bu sahada bir kısmıyla – tarih yazımının hiçbir surette
hakkında bahsetmediği – karıştıkları Vogulların ve Ostyakların atalarıyla karşılaştığını varsaydı.
Bu karışık halk, 5. yüzyılın ortasında Azak Denizi’nden doğuya ve Kafkasya’dan kuzeye doğru
Kuban ırmağı bölgesine çekildi. Bu sahada 6. yüzyılın ikinci ve 7. yüzyılın birinci yarısında –
kanısına vardığı – etnik olarak akraba olan Bulgar-Türk halklarının ve Macarların da dâhil olduğu
İkinci Hun İmparatorluğu kurulmuştu. Hatırası Macar kroniklerinde Magor/Mogor adıyla
muhafaza edilen, Bizanslı tarih yazarı Theophanes’e göre Hun Kralı Gordas’a isyan eden
Muag(y)er adındaki kardeşi bu şekilde anlaşılır hale gelebilir. Kaynakların Dulo adıyla andığı
Alan Kralı Dula da aynı şekilde tarihi bir kişilikti.
Latin yazarlarının Onogoria, İmparator Konstantinos’un ise Lebédia diye adlandırdığı
Macarların “üçüncü yurdunun” bu saha olduğu düşünülebilir. Macarlar burada – kesin bilgilere
göre – üç parçaya bölünmüştür. Bir parçası Kama Irmağı ve Ural Dağları’nın yanına kuzeye göç
etmiş, bir diğeri doğuya, Kafkasya’ya geri çekilmiş ve sadece üçüncü kısım daha batıya, önce
Etelköz’e, ardından da oradan Pannonia’ya gelmiştir. “Geriye kalan iki parça bizim bugünkü
yurdumuzda olduğu gibi zaman geçtikçe tamamıyla birbirinden farklı bir şekle bürünmüştür”
(Thury, 1896).
I. Dünya Savaşı’ndan önceki yıllara ait birçok çalışmasında Macarların kökeni ve Karpatlar
Havzası’na yerleşimi sorunu ile ilgilenen Géza Nagy da yurt tutanların “eski yurdunu” esas
itibariyle arkeolojik düşüncelerin temelinde doğuya, daha doğrusu Batı Sibirya’nın güney
bölümüne ve bununla temas eden Kırgız bozkırına yerleştirdi. İsa’nın doğumu civarında bu
“kadim yurt” olarak adlandırılabilecek sahada “ilk önce Jyrka, sonra Urg (Urgo), Orog, sonra da
Ugur, Ogor diye adlandırılan ve Macarlığın farklı kardeş kavimlerini içinde barındıran, güney
yönünde İranilerle, Perslerle ve Alanlarla, doğuda ise Türklerle, hatta kısa bir süre belki MoğolTunguz halkıyla da temas kuran Fin-Ugorluğun doğu kolunu oluşturan halk eski zamanlarda […]
göçebe bir hayat yaşıyordu. Bu yüzden kadim Macarlar sadece Uygur olmadığı gibi, aynı
zamanda Fin-Ugor’du da, lakin M.S. 1. yüzyılda İç Asya’dan batıya akın eden Hun-Türk
kavimleri etraflarını kuşattı ve bu şekilde “Macar karakteri gösteren halkların eski yurtları ile
bağlantısı” son buldu. Birlikte yaşamayı belirleyen etnik yapı “yönetimi altında” farklı “UgorTürk karışımından oluşan halkların” meydana getirdiği Hun halkıydı. 677-678 civarında
Kafkasya yöresinden bir Onogur-Bulgar grubunun da katıldığı bu “Hun-Macar-Ugor karışımı
halk” Karpatlar Havzası’nda ilk defa 567 ve 678 arasında ortaya çıkmıştı. O zamanlar
kullanılmakta olan ayırt edici öğeleri – “Atilla’nın hazinesi”, Avar Kağanı’nın buluntusu, Bulgar
yadigârı – Nagy’a göre tam da bu yüzden uzaktan dahi birbirini açıklamaktan mahrum bırakan
bu “Hun-Avar (Bulgar-Avar) döneminin” hatırası olan Nagyszentmiklós hazinesidir. Nagy, 9.
yüzyılda yurt tutanları homojen bir etnik grup olarak görmedi. “Yönetici tabakanın”, yani
“yönetici boyların” kesinlikle Türk, daha doğrusu Altay Türk kökenli ve dilli olduğunu, buna
karşın “savaşçıların zümresinin” Ugor kökenli Macarlar olduğunu düşündü. Bizans kaynaklarının
tanıklığına göre Árpád ve halefleri her iki dili, Türkçeyi ve Macarcayı da bilmelerine rağmen
“Türk dili bu yüzden Tuna kıyısındaki yurtta bu kadar hızlı bir şekilde ortadan kayboldu” (Nagy
Géza, 1907, 1908).
Aynı şekilde ilk başta József Budenz’in takipçileri olan Bernát Munkácsi ve József Szinnyei,
I. Dünya Savaşı öncesi yıllarda “Türkçülerle” [Türk görüşünü savunanlar, ç.n.] ihtilafa düştüler.
Bu zamanda – Szinnyei’nin sözleriyle – “aynı ana dile sahip olanların tamamen aynı ırka mensup
olmaları kesinkes zorunlu olmadığı” gibi “dillerin akrabalığı da halkların ırki akrabalığını yanlışa
mahal vermeden ispatlamaz” görüşü genel kabul görür hale geldi. Bu yüzden teoride “«gerçek»
Macarlığın veya Macarlığın «zümresinin» ırka göre sadece Fin-Ugor değil, aynı zamanda TürkTatar halkı olduğu da düşünülebilir”. Ancak – her iki karşı görüşe sahip olanları kastederek –
“bilim dünyasında […] Macarlığın Türk olduğunun ispatını gündeme getirenlerin savlarının
geçersiz olduğu kanıtlanmaktadır”. Yalnızca Ugor topluluğundan ayrılan ve batıya göç eden
Macar kavimlerine yurt tutuş öncesinde yıllar boyunca dili değişikliğe uğramış Türk gruplarının
katılmış olduğu kesin olarak düşünülebilir.
Munkácsi, Szinnyei’ye ve başka “Fin-Ugoristlere” benzer şekilde Türk kökeni ve Orta veya
İç Asya’daki kadim yurdun bununla ilişkili teorilerinin efsaneler dünyasına atıfta bulundu.
Macarların Onogurlarla ayniyeti olduğunu da reddetti. En iyi ihtimalle bu “Türk ırklı ve dilli
halkın” etnik yapısı ile ve “bütünüyle başka bir ırka ve dile sahip ve başka bir kültür seviyesinde
olan Macarlarla” belki politik bir ilişkinin bile kurulduğu düşünülebilir. Macarların göç rotasını
da aynı şekilde tamamıyla yeni bir teori ile ele aldı. Macar dilinin Alan ve Kafkasya öğelerine,
bundan başka Jordanes’in ve Theophanes’in kayıtlarına teker teker başvurarak Ugor kadim
yurdunu sadece Ural Dağları’nın bir tarafına veya diğer tarafına değil, aynı zamanda
Kafkasya’nın kuzey yamaçlarına ve Volga ve Don arasındaki bozkırlara, yani Kuban ırmağı
yöresine yerleştirdi. Kadim Macarlar ve Obi-Ugorlar burada orman yaşamını, balıkçılığı ve “atlı
avcılığı” da tanıdılar. Bu birlikte yaşamı 5. yüzyılın ortasında doğudan batıya akın eden,
Macarlarla akraba halkları kuzeye doğru sıkıştıran Onogurlar dağıttılar. “Güçlü Macarları”,
“muhtemelen hâkimiyetleri altına almadılar ve bu yüzden onlarla birlikte oturmaya veya sınır
ittifakı şeklinde yaşamaya mecbur kaldılar”.
“Fin-Ugoristlerin” başlıca dil bilim prensiplerini, yüzyıl dönümünden başlayarak etnografik
gözlemler ve biocoğrafya yönteminin tatbiki de destekler görünmektedir. Bahsedilen 1897-98
Rusya’daki bilim gezisine Jenő Zichy sadece arkeolog, zoolog ve dil bilimci değil, aynı zamanda
etnograf olan János Jankó’yu da götürmüştü. Jankó, yurda muazzam bir karşılaştırmalı materyal
ile döndü. Bu malzeme, Macarlığın göçünden önceki kadim yurdunu üç önemli balık türünün
isminin benzerliği temelinde dil bilimcilerle uyum içinde Ural Dağları’nın batı yamaçlarına,
Volga, Ural ve Kama ırmaklarının orta kısmına yerleştirdiği A magyar halászat eredete başlıklı
eserinin temelini oluşturdu. Macarlar güney, sonra batı yönüne ilerlerken Vogullar ve Ostyaklar
buradan Ural Dağları’nın karşı kısmına geçtiler ve İrtiş ve Ob vadisinde kuzeye doğru çekildiler.
Göçleri esnasında karşılaştıkları farklı Türk halk öğeleri ile karıştılar, lakin orijinal yapılarını ne
dil ne de etnik anlamda kaybetmediler. “Fin-Ugor halkları, – Fin-Ugor etnografisinin bugüne
kadar geçerli temel prensip olarak kabul ettiği şekilde – üç köşe noktasını Macar, Fin ve Ostyak
halklarının oluşturduğu devasa bir üçgen içinde yaşamaktadırlar”.
Biocoğrafya yöntemi veya dil bilim paleontolojisi, herhangi bir dil ailesinin dillerinden bir
tanesinin içinde inkâr edilemez şekilde bitkilerin ve hayvanların adları yaygın şekilde varsa, o
takdirde söz konusu halkların kadim yurdunu bahsedilen bitkilerin ve hayvanların bulunduğu
yerde aramamız gerekir şeklinde bir varsayım üzerine kuruludur. Bu yöntemi uygulayan ilk
araştırmacı Friedrich Theodor Köppen’di (Rusçası: Fjodor Petrovics Keppen). Méh49 ve méz50
kelimelerinin her birinin Fin-Ugor dilinde bulunduğu, buna karşın bal yapan arının Sibirya’da,
Moğolistan’da ve Türkistan’da ancak 18. yüzyılın sonundan başlayarak yaygın hale geldiği
temelinde 1886 yılındaki bir çalışmasında Köppen, Fin-Ugor kadim yurdunu sadece Asya’da
değil, Avrupa’da da aramamız gerektiği sonucuna varmıştı. Bu görüşün ve kesin şekilde ağaçların
yayılımı temelinde Fin-Ugor halklarının kadim yerleşim yerini Volga kıvrımı ve Ural Dağları
arasındaki orman bakımından zengin bölgeye yerleştirdi.
Biocoğrafya yöntemi, bu bağlamda Köppen’in bunun üzerine inşa ettiği eseri birçok
araştırmacıya ilham verdi. Aralarında Finlandiya’da Emil Setälä, Macaristan’da ise István Zichy
ve Zoltán Gombocz bulunuyordu. Fin araştırmacıyla uyum içinde her ikisi de 1920’li yılların ilk
yarısında “Kama, Oka ve Bjelája ırmakları kıyısında yer alan, Volga kıvrımından Ural Dağları’na
kadar uzanan” bölgeyi Fin-Ugor kavimlerinin kadim yurdu olarak tanıdılar. Bunun yanına
Macarların – akrabalarından ayrılarak – güneye döndükleri ve “Miladın ilk yüzyıllarında Türk
kavim hareketlerinin girdabı içine girdikleri” Obi-Ugorlarla birlikte Ural Dağları’nın doğu
yamaçlarına geçtikleri görüşünü koydular. Bu hadise “Macarlığın etnik yapısında ve dilinde aynı
şekilde derin izler bıraktı”. Bu durumun ortaya çıkmasıyla Gombocz, konu üzerinde düşünmekten
vazgeçti. Buna karşın Zichy, batıya ilerleyen Macar kavimlerinin yolunu takip etti ve birçok
tarihçi selefine benzer şekilde Azak Denizi civarındaki Atilla’nın imparatorluğunun çöküşünden
sonra “bir Bulgar-Türk (bize göre Hun) halkının sebep olduğu” Macarlığın avcı-balıkçı bir halk
halinden hayvan yetiştiren ve tarım yapan bir halk şekline dönüştüğünü düşündü. Bu dönüşüm
öylesine hacimli olmuştu ki Theophanes’in bahsettiği Muag(y)er’in idare ettiği Macar kavimleri
8. yüzyılda artık Hunların arasında sayılmaktaydı. Orta Çağ kroniklerinin Hun-Macar köken
efsanesi bu yüzden bütünüyle bir hayal ürünü değildi (Kodolányi, 1973, 173-366).
İki dünya savaşı arasındaki dönemin önde gelen Orta Çağ araştırmacısı Bálint Hóman da
gerçek bir temel üzerine şekillenen geleneğe, Hun-Macar efsanesine itibar etti. “Hun-Macar
ayniyeti” – diye 1925’te ifade etti – Hunfalvy’nin belirttiği gibi öyle basit bir batıya geçiş olayı
değildir ve “bugünkü yurdumuzun sahasında icat edilmiş hayali bir gelenek olmadığı gibi, aynı
zamanda yurt tutan Macar halkının, bu bağlamda Fin-Ugor öğeleriyle yurt tutuş sırasında artık
tamamen etnik ve dilsel bir birliktelik içinde bir araya gelmiş Bulgar kavimlerinin, en başta da
Árpád’ın halkının, doğudan kendisiyle getirdiği, tarihi bilinç üzerine şekillenen kadim bir
geleneğidir”. Bu şekilde Hun-Macar ayniyeti bir efsane olmadığı gibi, Árpád Hanedanı’nı51 ve
soy ağacını Atilla’nın oğluna kadar geri götüren Bulgar Dula Hanedanı arasındaki “yakın köken
alma ilişkisi üzerine” kurulmuş ve “Macarlığın yönetici kavimlerinin ve özellikle Árpád’ın
nesillerinin yeni yurtta da muhafaza ettiği “tarihi bir bilgi” idi. Hun-Macar ayniyeti kaleme
alındığı zaman Batılı ve başka halkların 9-12. yüzyıldaki kronik yazarları bu “kadim Macar
geleneğinden” yararlandılar (Hóman, 1925, 50). Hóman açıkça Árpádların ve yurt tutanların bir

49 Méh: Arı (ç.n.).
50 Méz: Bal (ç.n.).
51 Árpád Hanedanlığı: Macaristan’da 895’ten 1301’e kadar hüküm süren hanedanlık (ç.n.).
kısmının yanında – yazdığı üzere – “Avar İmparatorluğu’na ait olan ve onun çöküşünden sonra
9. yüzyılda Erdel’e çekilen halk parçalarını da görmemiz gerekir” şeklinde Sekellerin de Hun
bilincine ve kökenine sahip olduğunu düşündü. Sekeller esasında muhtemelen Türkçe
konuşuyorlardı, fakat Macar halkının Hun-Türk (Bulgar) öğeleriyle olan yakın etnik
akrabalıklarından dolayı “çok erken bir zamanda tamamen Macarlaşmışlardır”. Krallığın eyalet
sisteminden ortaya çıkan Macar soylularıyla, yerleşik Saksonlarla ve derebeyinin hâkimiyeti
altında yaşayan “Ulah çobanlar karşısında” – Trianon Barış Antlaşması’nın52 onaylandığı yıl olan
1921’de kabul etti – “Erdel’de yegâne yurt tutanlar” onlardı (Hóman, 1921).
Hóman inkârda bulunmadı, hatta Macarların Fin-Ugor kökenli olduğunu, Gyula Szekfű ile
beraber yazdığı Magyar Történet’in 1928’de yayımlanan ilk cildinde dil bilimcilerin görüşüyle
uyum içinde aralarında bulunan Ugor kavimlerinin Uralların doğu tarafına göç ettiği Fin-Ugor
halklarının kadim yurdunu Orta Volga ve kollarının kıyısında yer alan ormanlık alana
yerleştirdiğini kabul etti. Aynı zamanda Batı Sibirya’nın orman bölgesinin ve Avrasya’nın step
kuşağının sınır bölgesinde kadim Macarların yüzyıllar boyunca “üzerlerine yerleşen Ogur
halkıyla birlikte yaşadıklarını” düşündü. Tarihi Macar halkı içinde bu yüzden “Ural ve Altay
halklarının her bir kolu, Fin-Ugorluğun doğu ve Türklüğün batı kolundan çıkan protoMacarlar ve
Onogurlar yeni, kalıcı bir kan ortaklığı içinde biraraya geldiler”. Macarların bir kısmında görülen
Mongoloid (Türk) ve Doğu Baltık (Fin-Ugor) özelliklerinin ikiliği, ayrıca Fin-Ugor
akrabalarından ayrılan Macar halkının “çok erkenden bir millet haline gelmesi, devlet kurması ve
kültürel gelişimini üst seviyeye çıkarması” bununla izah edilebilir (Hóman-Szekfű, 1941, I/15-
32).
Henrik Marczali’nin “dengeli bakış açısıyla” yakın akrabalık düşüncesinden ibaret olan
Hóman’ın fikri iki dünya savaşı arasındaki dönemin kadim tarih kavramını sürdürdü. Fin-Ugor
kökenini ve özellikle Macar dilinin Fin-Ugor karakterini ciddiye alan araştırmacılar arasından hiç
kimse bunu inkâr etmedi. Bununla beraber Türk, bu bağlamda Bulgar-Hun etkisinin ölçüsüne ve
şekline dair görüşler daha da yayıldı. “Türk tarafı”nın görüşünü tamamıyla ve en etkili şekilde
1930’da yayımlanan kitabında (A honfoglaló magyarság kialakulása) Gyula Németh ifade etti.
Budapeşte Üniversitesi Türkoloji Profesörüne göre kadim Macarlığın Uralların doğu kısmına
yerleşmiş Ugor kadim yurdunda, sonra Kuban’ın aşağı mecrasının kıyısında da farklı Türk
halklarıyla temas kurması basit bir hadise olmadığı gibi, aynı zamanda “bunlar doğrudan doğruya
birbirleriyle ilişki içindeydiler”; “Türk halklarının bir kısmını kendisine çekti” ve bu arada “eski
kurucu öğelerinin bir kısmını da kaybetti”. Bu yüzlerce yıllık karışımın sonucunda “yaşam
biçiminde ve zihniyetinde Fin-Ugor, Bulgar (Hun) ve Türk özelliklerini bir arada barındıran yeni
bir halk karakteri ortaya çıktı. Örneğin balıkçılığa olan düşkünlüğü Fin-Ugor geçmişi ile
bağlantılıdır, buna karşın yurt tutuştan önceki ve sonraki macera seferlerinin karakterleri
“Türklerin savaşçılığı ile” ilişkisini göstermektedir. Németh, bu yapının içindeki belirleyici
unsurun Türk etnik bileşeni olduğunu düşündü. Kavim isimlerini incelemesinden doğrudan
“Macarlığın büyük bir Fin-Ugor ve 6-8 tane Türk kavminin birleşiminden meydana geldiği”
sonucunu çıkardı. Macarlığı “bir araya getiren Türklerdi ve Türk kökenli yöneticileri de vardı”
görüşünü peşinen kabul etti. Bu yönetici ve yönetici olmayan öğeleri Fin-Ugor kökenli Macarlık
kendine özgü şekilde tamamen kendi içinde eritti”. Hun geleneği Homán’ın söz konusu bakış
açısını değiştirdi. Yani “Hunor ve Magyar efsanesinin tarihi bir çekirdeği olduğu” ve Hun-Macar
ilişkisi üzerine çok şey inşa edilemez olsa da “var olduğu hakkında şüpheye düşmememiz”
kanaatine vardı (Németh, 1930, 218-298).
Türk etkisinin gücünü esasında Lajos Bartucz’un adıyla bağlantılı antropolojik incelemeler de
destekledi. 1930’lu yılların sonuna kadar arkeologlar yurt tutuş zamanına ait yaklaşık 180 adet
kafatası ve 130 adet iskelet buldular ve bunlar üzerinde çalıştılar. Bu antropolojik incelemeler
yurt tutan Macarların ırk yapısını iki ana tipte belirledi: Avrupa ırk dairesi içine giren Doğu Baltık

52 Trianon Barış Antlaşması: 4 Haziran 1920 tarihinde Macaristan ve İtilaf Devletleri arasında imzalanan ve
Macaristan adına I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren antlaşma (ç.n.).
ve Avrasya’ya ait iki ırk dairesi, Europid ve Mongoloid sınırında oluşmuş olan Turanid.
Arkeolojik buluntuların tanıklığına göre ilk sıradakiler yurt tutanların zümresini oluşturan halka,
ikinci sıradakiler ise daha zengin olan yönetici tabakaya aitlerdi. İki savaş arasındaki Macarlığın
antropolojik incelemeleri yurt tutuş zamanındaki buluntuların ölçüm sonuçlarını doğruladı.
Belirlenen iki tip %25-25 oranında, bunlara göre de Doğu Baltık ve Dinar (%20), Alp (%10),
Taurid (%8), Nordik (%7) ve Mongoloid’in (%4) takip ettiği Turanid idi. Kariyerinin başında
olan János Nemeskéri bütün bu uluslararası, ilk başta Finlandiya’daki araştırmaların temelinde
1943’te Macarlığın kadim ırk yapısında “Doğu Baltık (Sibirid) ırk öğesinin daha eski olduğunu
görebiliriz”, Batı Sibirya “bununla beraber Turanid (Tungid) ırk öğesinin ise daha çok olduğunu
düşünebiliriz” şeklinde bir sonuca vardı. “Bu iki birleşim Macar ırk yapısının kadim şeklini
oluşturur”. Geriye kalan ırk öğeleri muhtemelen daha geç bir zamanda, 5. ve 9. yüzyıl arasında
Kafkasya’nın ön sahasında ve Levedia’da “Macarlığın ırk birlikteliğine katıldılar” (Nemeskéri,
1943).
Tarih yazımının, arkeolojinin ve antropolojinin sonuçları kadim Macar müziğinin karakteristik
özellikleri ile de ilgilenen Béla Bartók’un ve özellikle Zoltán Kodály’ın görüşleri ile uyum
içindeydi. [Zoltán Kodály] 1934-36 yıllarındaki makalelerinde Türk etkisininin müzikte ve başka
alanlarda da o kadar kuvvetli olduğuna hükmetti ki – yazdığı üzere – “Türkleri hemen hemen
yarı kardeş haline getirdik”. Ayrıca – ilave etti – “bu Türkleşme aynı zamanda dikkate değer
şekilde kan karışımı halinde de gerçekleşti – ırki bakış açısından bugün bir şekilde Türklere FinUgorlardan daha yakın olduğumuzu düşünmemiz gerekir” (Domokos, 1998, 139).
Çeşitli disiplinlerin sonuçlarını “kültür sahibi kamuoyu” adına özetleyen István Zichy,
1939’da yurt tutan Macarlığın “yeni diline dil değişimi yoluyla ulaştığı, bireylerinin Tuna
Bulgarları gibi aynı Onogur kavim birliğinden kökenini aldığı ve Fin-Ugor dilli, fakat sadece
«Türk kültürüne» sahip olmadığı gibi, aynı zamanda Türklerle aynı düşünce yapısına” sahip bir
halk olduğu şeklinde Gyula Németh’e benzer bir sonuca vardı. Bu dil değişimi, Ural Dağları’nın
güney uzantılarının batı ve kuzey kısmında yaşayan “gelişmiş bir toplumsal düzenine sahip
Onogurlarla” yüzyıllar boyunca temas halinde olmaları ve kısmen de onların kuzeyinde, yukarı
Kama ve yukarı Pecsora bölgesinde avcı-balıkçı Vogulları ve Ostyakları “hâkimiyetleri altına
almaları” şeklinde gerçekleşti. 9. yüzyıldaki yurt tutanları da karakterize eden ve daha sonra ilk
krallarımızın zamanında tamamıyla ortadan kalkan kapsamlı bir dil değişikliği hadisesini iki
dillilik durumu önlemişti (Zichy, 1939).
Németh ve Zichy tarafından şekillendirilmiş “Fin-Ugor dilli Türk halkı” oluşumu ve bununla
ilişkili Hun-Macar akrabalığı düşüncesi dönemin dil bilimcileri adına kabul edilemezdi. Bu
görüşü en bariz şekilde Elemér Moór eleştirdi. Szeged’li Profesör örneğin “Macarlık 8-9 tane
Türk kavminin bir Fin-Ugor kavmiyle […] birleşiminden meydana gelmiş. Yurt tutan Macarlık
gerçekte bu şekilde oluşmuş olsaydı bu durumda Macar dilinin ortadan kalkması gerekiyordu,
zira özellikle Németh’in tezine göre Macarlık sonraki bir yüzyıl boyunca Türk halkları ile çevrili
halde Türk kavim ittifakının içinde yaşamıştı. Bununla beraber Macar dili sona ermediği gibi,
Németh tarafından düşünülen uzun süreli ve yakın temasın dilsel sonucu – iki yüzden fazla
olmayan birkaç tane ödünç kelime oldu, Macar dilinin içyapısına ise Türk etkisi daha sonraki Slav
etkisi gibi dokunmadı: Fin-Ugor sistematiğinin özelliklerini görülür şekilde muhafaza etti”
şeklindeki görüşü bütün bir şekilde düşünemedi. Moór, Hun-Macar akrabalığının başka bir şeklini
de kabul etmiyordu. Orta Çağ kroniklerinde görülen köken alma hadisesi “Macar halkının
herhangi bir kadim geleneği olmadığı gibi, Orta Çağ keşişlerinin âlimane şekilde bir birliktelik
oluşturmasının sonucudur” – şeklinde bir hükme vardı. Hóman’ın görüşü, bununla beraber her
türlü reddedişi hiçbir şekilde desteklemeyen yararsız bir spekülasyondan başka bir şey değildir.
Örneğin Gyula Németh tarafından Hunların sadece Bulgar-Türk “r” değil, aynı zamanda Doğu
Türkçesi53 “z” lehçesini de konuştukları gerçeği ortaya konmuştu (Moór, 1933, 3-23).

53 Doğu Türkçesi (Şaz Türkçesi): Macar Türkologları Türk lehçelerini z>r (rotatizm) ve ş>l (lambadizm) şeklinde
ayırmışlar ve z-ş lehçe grubunu “Doğa Türkçesi”, r-l grubunu ise “Batı Türkçesi” şeklinde adlandırmışlardır (ç.n.).
Dil değişimi fikrine Peşte Üniversitesi İç Asya Kürsüsü’nde profesör olan Lajos Ligeti de karşı
çıktı. Rakamsal üstünlük içinde olduğu düşünülen, daha yüksek bir yaşam tarzı sürdüren, bu
yüzden daha saygın bir konumda bulunan Bulgar-Türk halkının samur kürkü ticareti yapan,
ormanda yaşayan Fin-Ugor komşularının dilini aralarındaki ticari ilişkileri ilerletmek için kabul
ettiği – kendisi tarafından edite edilen 1943 yılındaki ciltte kaleme aldı – kolaylıkla
düşünülemez”. Ligeti’ye göre Macarlık ağaçlık step bölgesine gelerek herhangi bir dış etki
olmadan yeni doğal çevresine uyum sağladı ve 5. yüzyılda geride kalmadığı gibi, aynı zamanda
“ilk durağını Kafkasya’daki Macar yurdunda bulabileceğimiz güçlü, yeni yurdunu arayan
göçerlere giden yola onlara denk seviyede [onların] diğer yarısı olarak çıktı. Hemen hemen beş
yüz yıl boyunca devam eden göçleri esnasında Türk halklarıyla olan sıkı ilişkilerine karşın kadim
Fin-Ugor dilini kaybetmemelerini ancak bu şekilde anlayabiliriz” (Ligeti, 1943).
En nitelikli değerlendirmeyi 1935’den itibaren Budapeşte Üniversitesi Fin-Ugor Enstitüsü
Müdürü olan Miklós Zsirai “Vámbéry’i savunanların”, yani Türk etkisini, bu bağlamda bileşenini
vurgulayan bilim insanlarının görüşü doğrultusunda yaptı. Yurt tutan Macarlığın “özünde Türk
ırkına sahip bir halk”, yani “yapısına en uygun olan kültür seviyesi düşük, belki sayıca da az FinUgor «hizmetkâr topluluğu»nun ve kültürlü, hâkimiyet kuran, yönetici Türk tabakasının birbiri
içinde erimesi şeklinde tasavvur edebileceğimiz “Fin-Ugorlaşmış Türklük” olsaydı elbette ki
kendisi de yok olurdu. Buna karşın bin yıl olarak düşünülen Türk çevresindeki yaşamın
“Macarlığın tarımsal ve kültürel oluşumuna olağanüstü derin şekilde etki ettiğini” kabul etti.
Tezine göre “yararlı Türk eğitimi Macarlığın içinde bariz bir Fin-Ugor öğesi olarak devam etti ve
devamlı surette üstün geldi”. Birçokları arasında Macar halk isminin ve yurt tutanların “yönetici
boyunun” Fin-Ugor “mogyer” adından türeyen Megyer ismi olması bunu kanıtlamaktadır (Zsirai,
1937, 100-102).
Horthy54 döneminin sonunda, 1944’de Macarların kökeninden de söz eden, yurt tutan Macar
halkının yaşamından bahseden Gyula László’nun temel eseri yayımlandı. Kariyerinin başında
olan genç arkeolog meslektaşına benzer şekilde Macarlığın Fin-Ugor kökenini, Fin-Ugor
birleşimini takiben Ugor dönemini kanıt olarak kabul etti ve “buradan ayrılarak Türk halkları
arasına karıştık ve Kafkasya bölgesindeki yurdumuzda İrani halklardan da her birini
tanımaktayız” şeklinde bir ayrıntıya girmedi. Buna karşın nihai şekilde Géza Nagy’ın yüzyıl
dönümündeki yıllarda rağbet gösterdiği Karpatlar Havzası’ndaki Hun-Avar-Macar devamlılığı
teorisiyle ayrıntılı şekilde ilgilendi. 9. yüzyıldaki Macar yurt tutanlarının yerleşiminin coğrafi
özellikleri ve o zamana kadar keşfedilen Avar ve yurt tutuş dönemi Macar mezarlarındaki
materyalin benzerlikleri temelinde László, “Macarlık, yurt tutuş dönemindeki kalabalık,
çekirdeğini Hun diye isimlendirilen ve kısmen esasında Hunlardan neşet eden, kısmen de İç Asya
kökenli, fakat Hun halk adıyla adlandırılan Avarlığı burada buldu” şeklinde düşündü. Bu, esas
itibariyle Tuna-Tisa ortasında, Baranya’da, Fertő yöresinde ve Küküllő yanında kalmış Hun-Avar
gruplarına Árpád’ın Macarları muhtemelen hasım olarak değil, müttefik olarak davrandılar. Ortak
yaşam esnasında “Macarlığın içinde bulunan Moğol öğelerinin” de kanıtladığı üzere Hun-Avar
grupları zamanla Macarlaştılar. Bu Macarlaşmış Hun-Avar gruplarının bakiyesi herhalde Aziz
László döneminde sınırları koruma amacıyla Erdel’in doğu bölgelerine yerleştirilen, muhtemelen
“Güney Rusya’daki Esegel Bulgar (Hun) kavimlerinden olan” Sekellerdir. “Bu açıklamada –
düşüncelerini sonlandırdı – Atilla’nın ölümünden sonra Hunların Macarlarla olan ilişkisinin
Sekellerden daha sıkı olduğunu söyleyen sözlü gelenekler ve kronik yazarlarının bilgileri yeniden
hayat bulmuştur. Kendisini ve ailesini Atilla’dan neşet ettiren Reis Árpád’ın esasında sadece bu
toprağı geri aldığı şeklinde kroniklerimizin de bahsettiği hadise bir anlam kazanır, o halde
«Macarların ikinci geri dönüşü hakkında» konuşabiliriz. Bu, kelimesi kelimesine olmasa da fikri
olarak doğrulanabilir” (László, 1944, 66-101).

54 Miklós Horthy (1868-1957): 1920-1944 yılları arasında görev yapan Macaristan Genel Valisi (ç.n.).
6. “Kadim Tarihin Gariplikleri”
“Türkçüler” ve “Fin-Ugoristler” tartıştıkları hadiselerin büyük kısmında bilimsel sınırlar
içinde kaldılar. Bilimsel hipotezler arasında sayılan Gyula László’nun düşüncesi de Hun-AvarMacar sürekliliğinin mümkün olduğuna dairdir. Bütün bunlar Macarlığın kökeninin daha sağlam
ve daha kesin şekilde bilinmesine hizmet eden ve katkıda bulunan bilimsel tartışmanın yapı taşları
idi. Bunlarla aynı doğrultuda karakteristik hayal ürünü kadim tarihe ait inanışların modası da
Reform Çağı’na kadar yaşamaya devam etti. Hatta sadece yaşamadı, alanı da genişledi. Genellikle
dil benzerliklerinden ortaya çıkan ve yazılı kaynaklarla, yani etnografyanın, arkeolojinin ve
antropolojinin sonuçlarıyla hiçbir şekilde bağdaşmayan aykırı düşünceler – okuma yazma
bilenlerin artmasına ve kitap basım tekniğinin kolaylaşmasına mukabil – gerçekte yüzyıl dönümü
ve II. Dünya Savaşı’nın sonu arasındaki yarım yüzyıl zarfında katlanarak arttı. Japonca, Çince,
Yunanca, Etrüsk dili, Anglosakson dili veya Almanca ile olduğu gibi Macarcayı aynı şekilde
Tibetçe ile de akraba kıldılar. Bu “birbirinden haberi olmayan, hatta birbiriyle taban tabana zıt
hayal ürünü anlaşılmazlıkları” 1943 yılında Miklós Zsirai klasik çalışmasında kadim tarihin
gariplikleri olarak adlandırdı. “Geçmişin ışıltısı içinde parlayan Macar ruh durumunu – bugüne
kadar yanılgı dolu hayal ürünü oluşumların psikolojik sebeplerini karakterize etti – genellikle
«balık yağlı akrabalığın» renksiz düzyazımı tatmin etmez ve resmi eğitimin hayal kırıklığı yaratan
etkisini tekrardan kâh bu düşünceye kâh şu düşünceye yönelerek duygusal ihtiyaçlarına uygun
düşen şekilde telafi etmeye, memnuniyet yaratmaya gayret eder. Bazıları Macar dilinin görülen
veya görülmeyen güzelliklerinin heyecan uyandıran incelemesine girerek unutulan bir teselli arar,
diğerleri farklı şekilde uzun zamandır var olan veya saygınlığa sahip dünya dilleriyle olan birleşim
vasıtasıyla özgüven yaratmaya çalışır, bazıları da Avrasya’nın yarısına yayılan akrabalığın cazip
gelen tasvirini istekli gözlerin önüne koyar. Bir rekabet başladı: Kim daha güzel, daha ilginç, daha
ses getiren bir düşünce ortaya atar. Ortak muhalefet sanki ruhsuz kalmış, resmi, yalan yanlış FinUgor düşüncesine karşı bir savunma ve saldırı şeklinde iş birliği yapmıştı, birbirlerinin alanlarına
sınır koymadılar, karşı tarafın farklı anlaşılmazlıklarına göz yumdular, hatta bütünüyle bir üsluba
sahip sistemin kurucuları en muhalif iddiaları ve sonuçları dahi gizlediler. Sonuç itibariyle
temelde önemli soruların tehlikeli döneminde dar fikirli olmadılar” (Zsirai, 1943, 266-267).
Kadim tarihin olağandışı düşünceleri arasında en rağbet göreni Turancılık ve Sümer-Macar
akrabalığı teorisi oldu. İrani kökenli bir kelime olan Turan ve Turanlı kelimeleri esasında Pers
ülkesinden kuzeye doğru uzanan topraklara, bununla bağlantılı olarak orada yaşayan, yerleşik
halklara saldıran göçebe kavimlere ilişkindi. Avrupa’nın bilincine 17-18. yüzyılda Hazar Denizi
ve Pamir arasındaki bölgenin ismi olarak yerleşti. 19. yüzyıl içinde orijinal, coğrafi anlamını
gitgide kaybederek ne İndo-Avrupalı ne de Sami dilleri arasında sayılmayan Avrasyalı, UralAltay dilleri diye adlandırılan dillere adapte edildi. Yani Fin-Ugor, Samoyed, Türk, Moğol,
Mançu-Tunguz dilleri ve halklarının yanına Turanlılar arasına İskitleri, Hunları, Çinlileri,
Japonları, Malayları, Tibetlileri, hatta bazıları Sümerlileri ve Sami Akadları da koydu.
Macaristan’daki hareketin başlatıcısı İngiltere’deki Royal Asiatic Society örneğine göre 1910’da
Turan Derneği’ni kuran, sonradan tarım müsteşarı olan Alajos Paikert’ti. İhtiraslı planlarını
kurumun 1914 yılındaki toplantısında şu şekilde ifade etti: “Macar milleti büyük ve parlak bir
geleceğin arifesindedir ve Germenliğin ve Slavlığın altın çağını Turan düşüncesinin takip edeceği
kesindir. Altı yüz milyonluk Turan’ın zihinsel ve ekonomik liderleri olmamız için biz, Macarları,
uyanmakta olan bu devasa gücün (Turan düşüncesinin) batılı temsilcilerini büyük ve zor, lakin
şerefli bir görev beklemektir”. Bu düşünceyle bağlantılı olarak savaş öncesinde “Turan şarkıları”
ve diğer Turanlı halkların bir araya gelişini ilan eden eserler yayımlandı. Sándor Marki’nin
derlediği ortaokul ders kitaplarından birinde Macarlığın tarihi öğrencilere Turanlı halkların
tarihinin bir bölümü olarak anlatılıyordu. Trianon’un sebep olduğu şok, hareketin Avrupa
karşıtlığını, bilimsel olmayan öğelerini ve megaloman hayallerini güçlendirdi. [Bu fikirdeki]
yayınlar durmak bilmeyen bir çaba ile ilham verdi: “Müttefik veya en azından bir araya gelmiş
Turanlı halkların kültürünün ve birleşme çabalarının en batı noktasının Macaristan olması
Atilla’nın bin beş yüz yıllık ve Cengiz Han’ın ise yedi yüz yıllık planının yeniden
canlandırılmasıdır” (Éva Kincses Nagy, 1991).
Dicle ve Fırat arasında yaşayan ve milattan aşağı yukarı 3000 yıl önce şehir kültürünü yaratan
Sümerlilerin dilinin Macar diliyle birlikte Ural-Altay, yani Turani diller arasında sayılması
Sümer-Macar akrabalığı ilişkisinin başlangıç noktasını oluşturan varsayımdı. 19. yüzyılın
ortasında Babillilerin çivi yazısını okuyanlardan biri olan Fransız Julius Oppert, bu yazının
Macarcaya en yakın [yazı] olduğunu düşündü. Teorisini ilk başta her iki dilin bağlantılı yapısı,
yani kelime köküne yapım ve çekim ekleri eklenmesi üzerine kurdu. Benzer görüşleri başka
araştırmacılar da ifade etmesine rağmen doğru şekilde, ikna edici halde dilsel ve başka kanıtlarla
hiç kimse ortaya çıkamadı. 19. yüzyılın sonuna kadar uluslararası bilim dünyasında dünyada şu
anda yaşayan diller arasında hiçbirinin Sümerce ile akraba olmadığı görüşü yerleşmişti.
Sümer yazısının keşfi ve Macarca ile akrabalığı doğal olarak Macaristan’a da “yayıldı” ve
birçok kişi ortaya atılmış son hipotezin bilimsel doğruluğunun tartışılması konusu ile ilgilendi.
Yüzyıl dönümü civarında aralarında János Galgóczi, Debrecen’li kütüphaneci Gyula Ferenczy ve
gazeteci Ede Somogyi’nin de bulunduğu birçok kişi – hiçbiri çivi yazısını bilmediği halde – çok
sayıdaki yayınlarında kendi görüşlerini ifade etti. Dilsel benzerlikler üzerine kurulu olan eserlerin
sonucunu beklenmeyen bir şekilde ortaya çıkan arkeolojik bir buluntu da destekler göründü.
Kolozsvár’lı arkeolog Zsófia Torma, Maros kıyısındaki Tordos’ta 1870’li yıllarda çivi yazıları ve
sembolleri Mezopotamya’daki buluntularla benzerlik gösteren kil tabletler ve kap kacak
parçalarına rastladı. Buradan hareket ederek Torma, kadim Macarların güneşe tapımının
Sümerlerin yıldız kültürüyle, bahar bayramında çiçekli direk kurulumunun Karpatlar Havzası’nda
yerleşmiş geleneğinin ve farklı çiçek süslemelerinin (lale) ise kadim Mezopotamya kültürünün
yaşam şekliyle bağlantılı olabileceğini düşündü. Böylece eğitimli dil bilimciler örneğin, Ignác
Goldziher ve Bernát Munkácsi iki dilin karakteristik yapılarını adamakıllı şekilde mukayese
ettikten sonra iki dil arasında hiçbir şekilde yakın bir ilişkinin olmadığı açıklığa kavuşmasına
rağmen Sümeroloji yurdumuzda iki dünya savaşı arasında da moda oldu. Birçok küçük yayından
sonra ilk büyük hacimli ve esaslı eser 1942 yılında Zsigmond Varga’nın kaleminden çıktı (Ötezer
év távolából). Debrecen Üniversitesi din tarihi profesörü burada birçok selefine benzer şekilde,
lakin onlardan daha çok sayıda materyalle hareket ederek Sümer dilinin Ural-Altay dil ailesinin
bağımsız bir kolu olduğu sonucuna vardı. İddiasını dilsel benzerliklerle (ses bilgisi, şekil bilgisi,
cümle bilgisi ve kelime hazinesi) ve din tarihindeki koşut gelişmelerle kanıtlamaya çalıştı.
Bütün Don Kişotluğu’na ve megaloman düşüncelerine rağmen bazı durumlarda yine de
Turancılık ve Sümer-Macar dil benzerlikleri tezinden daha temelsiz ve daha olağandışı
düşüncelerin de günışığına çıktığı görüldü. Macar halk adının Maya halk adıyla ve Meksika ile
akraba olabileceğinden birçok kitabında bahseden klasik filolog József Cserép’in Macarların
kadim yurdunu Orta Amerika’ya yerleştirmesi bu düşünceler arasındadır. Cserép’e göre bundan
on bir bin-on iki bin yıl önce Ay’ın dış uzaya doğru olan ayrılışı ve bunun sonucunda Pasifik
Okyanusu’nun ortaya çıkışı Amerikalı Macarları yurtlarından ayıran süreci başlattı. Dört-beş bin
yıl sonraki bir tufan onları Eflatun tarafından bahsedilen göçlerinin ilk durağı olan Atlantis’ten de
öteye sürükledi. “M” harfleriyle başlayan şahıs ve coğrafi isimlerin kanıtladığı üzere birçok kıtada
yerleştiler. Bunun temelinde Cserép, Faslılar55 ve Mauriler gibi Medleri ve isimleri “M” harfiyle
başlamasa da Mısırlıları56, Çingeneleri57 ve Etrükslüleri de Macarlar olarak kabul etti.
Bir İngiliz subayı olan James Churchward’ın eserine dayanarak “uzak yol kaptanı” olan Jenő
Csicsáky, insanlığın beşiğinin yalnızca bilinen kıtaların birinde olmadığını, Pasifik Okyanusu’nda
Mu, yani Ana Ülke diye isimlendirilen ve binlerce yıl önce suya gömülmüş bir kıtada olduğunu
düşündü. “Dünya halkları arasındaki kültürün yayılımını” buradan başlatan, “bütün dünyayı en
üst seviyeden başlayarak hâkimiyet altına alan ve yöneten” atalarımızdır. Güneydoğu Asya’da
olduğu gibi Orta ve Güney Amerika’da da insanlığın en eski uygarlığını onlar meydana
getirmişlerdir. Buradan Cserép’e benzer şekilde Macarların ataları “Kara Mayalar” adıyla
Atlantis’e, oradan da Antik Yunan kültürünü yarattıkları Akdeniz kıyılarına yelken açtılar. Bu

55 Macarca Marokkó, Fas (ç.n.).
56 Macarca Egyiptom, Mısır (ç.n.).
57 Macarca Cigány, Çingene (ç.n.).
halde Macar “ne Moğol ne Ugor ne de Ari” olmadığı gibi, “tamı tamına Grek, yani Kara
Maya”dır. Ugorluğun ve diğer başka Avrupa halklarının ataları, yani meydana getirenleri onlar
olduğu gibi Csicsáky’e göre benzer şekilde İskitlerin ve Etrüsklerin geçmişinde de Kara Maya
kültürünü ve idaresini tahmin etmemiz gerekir. Her şeyi bir araya getirecek olursak: “Tarihin en
eski zamanlarında atalarımızın yüksek seviyede bir kültüre sahip olduğunu ve bütün dünyanın
hâkimi olduklarını dilimiz lavlara gömülmüş kadim buluntular gibi doğrulamaktadır. Irki
saflıklarımızı ve sahip olduğumuz değerleri bugünkü Helenler gibi yeterince temiz bir şekilde
muhafaza ettiğimizi göz önünde tutarak bizim dünyanın bütün sakinleri arasında, eski mirasımız
olan bütün dünyanın hâkimiyetine yeniden kavuşacağımız kesin olan en soylu insan ırkı
olduğumuz şüphesizdir” (Csicsáky, 1938, 211-225).
Sınır tanımaz bir hayal dünyasına sahip, amatör bir sanatçı olan Adorján Magyar 1930’lu
yılların başında ilk başta Macarlığın Karpatlar Havzası’nın kadim halkı olduğunu kabul etmişti.
İnsanlığın burada doğması gibi, Macar halkı da buraya herhangi bir yerden gelmemiş, burada var
olmuştu. Yüzyıllar boyunca bu “kadim halkla” bugünkü Macar dilinin “ilk örneğini” konuşan
“kâh kuzeye kâh doğuya kâh güneye ve batıya kendi bünyesinden sayısız göç veren” “kadim
Macarlık” aynıydı. Bu halk kitleleri her yerde “büyük kültürler oluşturdular (Sümerler,
Pelasglar58, Etrüksler vb.), sonra uzun bir süreçte dilsel ve ırksal olarak değişikliğe uğradılar,
gelişim gösterdiler, başka halklar arasında eridiler, lakin kendilerinden sonra bilim insanları ve
araştırmacılar dünyanın farklı bölgelerinde farkına vararak Macarlık kökenini kâh oradan kâh
buradan aldı şeklinde düşünsünler diye her yerde izler bıraktılar”. Árpád’ın yurt tutanları da dilsel
olarak “Türkleşmiş”, buna karşın “ırki olarak Macar haleflerinin 9. yüzyılda zorluk çekmeden
atalarının ikametgâh yerine geri dönen, buradan kadim zamanlarda göç etmiş bir kavime aitti
(Magyar, 1930, 1-3).
İki dünya savaşı arasındaki kadim tarihin olağandışı hale gelen dönüşümlerinin
incelenmesinden sonra esasında Miklós Zsirai’ye hak verebiliriz: “Kadim tarihin gariplikleri”nin
arkasındaki birçok olayda Macarlığın ulusal bilincinin güçlendirilmesine, ulusal onurunun
arttırılmasına yönelik bilim dışı bir çaba yatıyordu. Buna karşın gerçekte bu aykırı düşünceler –
Bálint Hóman’ın da belirttiği gibi – “şüpheli anlam içeren hayal ürünü oluşumların sallanıp diğer
düşüncelerin önünde yıkılması bakımından iyi oluyordu. Sanki bu durum birisinin gösterişsiz bir
kadere sahip atalarını inkâr ederek, var olmayan, görkemli atalarla gösteriş yapmasıdır; ancak
Macar milletinin ortadan kalkmış bir nesilden gelen Batı Avrupa halklarının atalarından hiçbir
surette daha aşağı olmayan Fin-Ugor atalarını inkâr etmesinin kesinlikle mümkün olmaması da
bir farklılıktır.” (Hóman, 1985, 110).
Kadim tarihe ait yanlış bilgilerin yıkılışı ve Doğu Avrupa steplerinde gezinen kadim
Macarların etnik kökeni ile bağlantılı bilimsel şüphelere rağmen iki dünya savaşı arasındaki
düşünce dünyasında Macar dilinin ve kısmen Macar halkının Fin-Ugor kökeninin tanınması, hatta
kabulü genel bir görüş haline geldi.
János Vajda’ya59 1896’da Hun geleneği ile olan ayrım halen mantıklı gelmiyordu: “Binlerce
yıllık halk geleneğinin doğru olduğunu – modern Macar şiirinin öncüsü bahsettiği mücadelesi
hakkında – güçlü şekilde hissediyorum, fakat bunu üstlenmeyi, ilan etmeyi işkence yapsalar da,
doğrudan millet ve vatan hainliğiyle suçlansam da istemiyorum, zira düşüncem büyük bir savaşın
kaybedilmesinden daha büyük bir tehlikeye, daha zararlı bir etkiye sahiptir. Atilla’nın ve Hunların
Macar olmadığı düşüncesi sanki benim bir damarımı kesmek veya en azından benden bir icce60
kan akıtmak gibidir. Bu şekilde bunun bütün bir milletin onuru olduğu kesindir” (Vajda, 1896,
74). Birkaç yıl sonra Endre Ady61
, ödüller dağıttığı için Akademi’yi Tudósok hete başlıklı şiirinde
eleştirmişti: “Ostyakların yaşadığını bilenler / Ve Çeremişin ne yediğini / Lakin çok akıllı olmaya

58 Pelasglar: Helen kavimlerinden önce Kuzey ve Orta Yunanistan’da, Girit ve Ege adalarında yaşayan bir halk (ç.n.).
59 János Vajda (1827-1897): Sembolizmin öncüsü olan Macar şairi (ç.n.).
60 İcce (İtce): 0,88 litreye denk gelen eski bir sıvı ölçüsü birimi (ç.n.).
61 Endre Ady (1877-1919): Sembolist Macar şairi (ç.n.).
müsaade yok”. 1906’da aynı şekilde “Góg és Magóg fiaként” ile kendini bir tuttu, daha sonra
“Csaba új népéről” ve “Hunn, új legendáról” şiirlerini yazdı. Hun geleneği hareketi iki dünya
savaşı arasındaki şiirde ve nesirde de görüldü. Bununla beraber Fin-Ugor akrabalığının kabulü,
Finlerin ekonomik ve kültürel olarak birleşmesinin arifesinde saygı duyulan bir niteliğe büründü.
Bu durum farklı şekilde halkçı yazarları, aralarında en başta János Kodolányi’yi karakterize etti,
lakin Gyula Juhász, Dezső Kosztolányi, Lőrinc Szabó veya Ferenc Móra’nın yazılarına da nüfuz
etti. 1934 yılındaki bir eserinde Zsigmond Móricz, neredeyse coşkulu bir dokunaklıkla yazdı:
“Fin akrabalığının akla gelmesi Macar’ın yüreğini ferahlatır. […] Birbirinden bu kadar uzakta
olan iki halkın, en akıl ermez insan icatlarının ve alet edevatın, dilin ortak hazinelerinde bir araya
gelmesinden daha şaşkınlık yaratacak bir şey yoktur. […] İki ülke sınırsız uzaklıkta birkaç yüzyılı
doldurdu. Fizyolojik görünüşü de birbirinden uzaklaşırken bedeni güzellikte de iki halk artık
birbirine güçlükle benzer olmuştu. Ancak yine de ruh yaşıyor ve ruhun temel değerleri dilin temel
değerleri gibi benzeşir” (Móricz, 1978-1984, III/228-230). Elbette ki istisnalar, Turancılık,
Sümer-Macar akrabalığı veya hayal ürünü başka teorilerin etkisiyle meydana gelen oluşumlar da
bulunmaktadır. Aralarında Móricz ve László Németh gibi Babits ve Zilahy’ın da bulunduğu
örneğin József Erdélyi’nin etimolojiye ve seslerin anlamına dair yeteneğini gülünç olarak kabul
edenler de mevcuttur.
7. 1945 Sonrası: “Üretken Belirsizlik Dolu” Yıllar
1945 sonrası komünist yönetimin iktidara gelmesinden sonra Macarlığın tarihinin Marksist
bakış açısına göre yeniden yazıldığı görülür. 1930’lu yıllardan itibaren erken Macar tarihi ile
ilgilenen Erik Molnár, 1526 öncesi zamanların yeniden değerlendirilmesinde anahtar bir rol
üstlendi. Bütün diğer halkların tarihinde olduğu gibi, Molnár her şeyden önce kadim tarih
araştırmalarında da Macar halkının etnogenezisinde “Marksizm’in klasikleri” tarafından dikkate
alınan genel yasaları ortaya koymaya çalıştı. Yani gelişmiş dönemlere olan geçiş sadece dış
etkilerle ve intikallerle değil, aynı zamanda mutlak iç yasalarla da açıklanabilir. Bununla
bağlantılı olarak “Macarlığın etnogenezisinde Fin-Ugorluğun rolünün azalması, kadim
kültürünün değerinin düşürülmesi ve bununla beraber Türklüğün rolünün artması ve göçebe Türk
kültürünün yükselişine yönelik” “nasyonal düşünceye sahip deformasyon” heyecanlı şekilde
savunuldu. “Başka halkların boyun eğdirilmesini talep eden Macar emperyalizmine – politik
açıklamayı iki dünya savaşı arasında hâkim olan bakış açısının gelişimi üzerine yaptı – yarımızın
orman avcıları olarak kabul edilen Fin-Ugorlardan kökenini almasından «fatih Türklerle» olan
akrabalık bağlantısı daha iyi bir cevaptı”. Bozkırın reddedilmesini geçerek Molnár daha yeni bir
hipotezle ortaya çıktı: “İki dünya savaşı arasındaki görüşe göre Fin-Ugorluğun kadim yurdu ve
göçleri hakkında tamamıyla yeni bir tasvir ortaya koydu. Castrén’in 19. yüzyıldaki görüşünden
ve yeni Sovyet arkeolojik ve antropolojik sonuçlarından hareket ederek, üstelik biocoğrafya
yönteminin güvenilirliğini vurgulayarak Fin-Ugorların ve Samoyedlerin atalarının bir zamanlar
“Asya’nın derinliklerinde” Sayan civarında yaşadığı sonucuna vardı. Fin-Ugorluk daha sonra,
Adronova’daki arkeolojik buluntu ile bağlantılı olarak İrani kavimlerin baskısıyla iki kola
ayrıldığı Batı Sibirya’ya, Altay Dağları civarına çekildi (Afanasiyevo Kültürü62). Fin-Permi kolu
Ural Dağları’nın ötesine göç etti, Ugorluk ise Macarların ataları ile birlikte Uralların doğu
kısmında kaldı. Ugorların güney komşuları burada da İrani kültür dairesine giren İskit-Sarmat
kavimleri idi. M.Ö. 2-3. yüzyılda Çin yönünden gelen Türk kavimleri Ugorluğu iki kısma ayırdı.
Obi Ugorlar kuzeye doğru, Ob ve İrtiş’in aşağı akış yönünün ormanlık sahasına çekildiler,
Macarlar ise batıya, bugünkü Başkır sahasına geldiler. Molnár, burada ve/veya daha sonraki
zamanlarda Macar kavim birliğine “Türk kökenli öğelerin” de katıldığını ve Levedia’da ve
Etelköz’de “Macar ve Türk dilini aynı oranda konuşan geçici grupların da bulunduğunu” inkâr
etmedi. Buna karşın “Macar kavim birliğinin dili 9-10. yüzyılda esas itibariyle Macarca idi” ve

62 Afanasiyevo Kültürü: Altay Dağları civarında M.Ö. 3000-2500 yılları arasında Kalkolitik Dönem’de yaşanmış eski
bir kültür (ç.n.).
“Göçebe yaşamının devingenliğinin yanında Türk kökenli öğeler Macarlar arasında hızlı bir
şekilde eridi” diye düşündü (Molnár, 1953, II, 108).
Ellili yılların ilk zamanlarının oldukça katı diktatörlüğüne karşın Erik Molnár’ın kadim yurt
görüşünü farklı bilim dallarının temsilcileri sert şekilde eleştirdiler ve hep birlikte reddettiler.
Stalin’in ölümünü takiben “yumuşama”dan ve Imre Nagy’ın63 hükümet kurmasından sonra daha
da sakinleşen bir atmosfer içinde gerçekleşen Macar Dil Bilim Derneği’nin 1 Aralık 1953 tarihli
oturumunda, önce Dışişleri Bakanı ve o zaman da Yüksek Mahkeme Başkanı olan Molnár, aslında
teorisi ile bir başına kalmıştı. Arkeolog Gyula László, Bizantolog Gyula Moravcsik veya
antropolog Pál Lipták gibi dil bilimciler de (Miklós Zsirai, György Lakó, Béla Kálmán, István
Kniezsa, János Harmatta) Urallardaki kadim yurdun İç Asya’ya yerleşimini kabul etmemişlerdi.
Verilen kararı tek başına Kodály’a atıfta bulunarak dile getiren müzik tarihçisi Bence
Szabolcsi’nin ifadesinden anlamak mümkündür: “Karşılaştırmalı müzik araştırmaları bugünkü
Ural civarında neyin başladığını tam olarak bilmiyor. Buna karşın Erik Molnár’ın kitabı şimdi İç
Asya’nın önemini daha dinamik bir şekilde vurguluyor, İç Asya’nın karakterini giderek daha net
şekilde ortaya çıkarıyor” (Czeglédy-Hajdú, 1955, 38, 43).
Péter Hajdú’nun “Macarlığın ataları hakkında” yaptığı değerlendirme, Molnár’ın kitabıyla
aynı doğrultuda hazırlandı, fakat ondan biraz sonra yayımlandı. Fin-Ugor kavimlerinin “en eski
yerleşim yerinin merkezinin Orta Volga ve Kama ırmaklarının yöresinde olduğu” görüşünde olan
Ural dilleriyle ilgilenen genç dil bilimci Fin-Ugor karşılaştırmalı dil biliminin sonuçlarıyla uyum
içindeydi. Biocoğrafyanın sonuçlarından hareket ederek “bu milletlerin sahası muhtemelen
kısmen Ural Dağları’nın doğu tarafına, Batı Sibirya’ya da geçmişti” şeklindeki ihtimali ortadan
kaldırdı. Bakış açısını muhafaza ederek Erik Molnár’ın görüşüne kitabının sonuç bölümünde yer
verdi (Hajdú, 1953, 21).
Bununla birlikte araştırmacıların her konuda fikir birliğinde olduklarını Molnár’ın fikrinin
karşısında olan grup hiçbir zaman ifade etmedi. En azından dil bilimcilerin ve başka bilim
dallarının temsilcilerinin, ilk başta da arkeologların ve antropologların görüşleri “Fin-Ugoristin”
yakınından geçmiyordu. “Yurt tutan Macarlık içinde Ural tipi karşısında Turanid öğe ağır
basmaktadır ve Ugor kökenli Macarlığın oluşum sürecinde Macarların atalarının dillerini ortadan
kaldırmadan orijinal Ugor öğesine sayısal oranda üstün gelen Türk etnik gruplarının da katılması
bunun kanıtıdır” şeklinde vurguladığı, o zamana kadar ki antropolojik incelemelerin sonuçlarını
bir araya getirdiği 1953 yılındaki tartışmada örneğin Pál Lipták sadece Molnár ile değil, aynı
zamanda o zamanki dil bilimcilerle de tartışmıştı. Bu görüşünü daha sonraki zamanlarda ifade
etmese de, yeni incelemeleri temelinde Türk olduğu kabul edilen bileşenin daha da etkili
olduğunu düşündü. 1958 yılındaki çalışmasında (Awaren und Magyaren im Donau-Theiss
Zwischenstromgebiet) Fin-Ugorlara atıfta bulunan Ural, Doğu Baltık ve Laponidlerin ırklarını
sadece %17 olarak verirken, yurt tutanların Türk tabakasıyla bağlantılı olan Turanid, Pamir ve
Ön Asyalı ırkların oranını %46 olarak verdi. Birçok kişinin iki dünya savaşı arasındaki görüşüne
benzer şekilde yurt tutanlar arasında “iki dillilik durumu karakteristikti” görüşünün yanı sıra
“Macar dilini konuşan alt ve orta toplum tabakalarının Türk dilli yönetici tabakasını kendi
içlerinde eritmeleri” 9-10. yüzyıl sürecinde son buldu görüşü de devam etti (Lipták, 1977, 238).
Macar antropologlarının ilk kuşakları antropotaxonomi denilen bir yöntemle çalışıyorlardı,
yani keşfedilmiş kafatası buluntularının soy ve alt soyunun nereye ait olduğunu, numunelerin
içinden yüzdelik dağılımını belirliyorlar ve bu şekilde elde edilen sonuçların temelinde etnik
kökenini ve coğrafi yerini takip ediyorlardı. Bir diğer araştırma eğilimi kafatası buluntularının
morfolojik karakteri temelinde alan ve zaman birlikteliğini çakıştırmak, sonra da elde edilmiş
ortalama değerleri farklı istatistiksel prosedürlerin yardımıyla her bir örnekle bir araya getirmek
ve bulunan benzerlikler temelinde etnogenetik süreci takip etmekti. Bu, Sovyet antropologları
tarafından kullanılan yöntemi Macaristan’da stajyer olarak beş yılını Sovyetler Birliği’nde

63 Imre Nagy (1896-1958): 1953-1955 arasında ve 1956’da kısa süreliğine başbakanlık yapan Macar devlet adamı
(ç.n.).
geçiren ve bu süre zarfında yoğun şekilde Macar kadim tarihi-antropoloji araştırmaları ile uğraşan
Tibor Tóth kurdu. Rusya’daki ve Macaristan’daki incelemelerinin temelinde Tóth, “Azov
yanındaki ve Batı Kazakistan’daki Sarmat dönemi buluntuları kadim Macarlarınki ile en büyük
benzerlikleri yansıtmaktadır” ve yurt tutan Macarlığın antropolojik oluşum süreci Ural yanındaki
Ugor halklarınkinden farklıdır” şeklinde bir sonuca ulaştı. Yani gerçek kadim yurt Ural
mansabında değil, Hazar Denizi’nden kuzeye doğru olmalıdır. Sordukları soruların ve
yöntemlerinin farklılığından dolayı Lipták’ın ve Tóth’un sonuçları gerçekten birbirine
benzememesine rağmen sabit bir çizgiye sahip olan Fin-Ugor kökeni tartışmasında ve Asyalı
etkilerin gücünün ortaya çıkarılmasında aralarında bir uzlaşma olduğu görüldü (Tóth, 1965).
1950’den itibaren Peşte Üniversitesi’nde arkeoloji eğitimi veren Gyula László yeni bir görüşle
öne çıktı. 1961 yılındaki kitabında biocoğrafyanın ve Sovyet arkeoloji araştırmalarının ve yeni
bir yöntem olan ağaçlardan toprağa düşen çiçek tozlarının incelenmesi (pollenanalizis) temelinde
Ural halklarının kadim yurdunun Orta Polonya’dan Oka ırmağına kadar yayılan kuzeydoğu
Avrupa’nın ormanlık kuşağı olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Hipotezini de isimlendirdiği Svider
Kültürü64 olarak bilinen arkeolojik materyali kadim Ural halkı diye isimlendirilen bu halka
bağladı. Söz konusu halktan Finliler Doğu Baltık Denizi’ne, Permiler ve Ugorlar ise Oka ırmağı
kıyısına yerleşirken, Laponların ataları kuzeye, Samoyedlerinki ise doğuya göç etti. Kadim
Macarlığın halk halinde teşekkül edişinin sahasını Volga’nın orta akış mecrasından sağ tarafa
doğru yayılan ormanlık step kuşağına yerleştirdi (László, 1961).
Birbirini yadsıyan görüşlerle Erik Molnár tarafından edite edilen, 1964’te yayımlanan
Magyarország története’de György Székely, kadim yurt meselesini bir sonuca bağlamadı. Molnár
tarafından önerilen Sayan’daki kadim yurt fikri – eserde birçok yayını gözden geçirmiş ve çok
sayıda örnek de vermiştir – “bütünüyle net şekilde görülemez”. Buna karşın “muhtemelen en eski
yurt olmamasına” rağmen Molnár’ın karşısında olan “dil bilimcilerimiz Fin-Ugor kadim yurdunu
Orta Volga ve Kama ırmakları yöresinde bir yerde ararlar”. Macarlığın içinde erimiş Türk dilli ve
kökenli gruplardan metinde bahsedilmez, lakin 1945 öncesi yazında bu şekilde bir derinlik ve
görüntü de yoktu. Hun ve/veya Avar ilişkisi keşfedilmemişti, buna karşın “Macar halkı Fin-Ugor
dilli halklarla akrabalık ilişkisi içindedir” görüşü güçlü şekilde vurgulanıyordu. Sekellerin
atalarının da yurt tutuştan sonra, bir zamanlar Erdel’e, orada bulunan sınır kuşağını koruması için
yerleştirildiği görüşüne de buradan ulaşılmıştı. Erdel’in Macarca ve Latince adının benzer şekilde
orman ötesindeki bölge anlamına geldiği bu şekilde açıklanabilir (Székely, 1964).
Erik Molnár’ın 1966 yılındaki ölümünden sonra dikkate alınan hipotezler arasından
Sayan’daki kadim yurt teorisi açığa çıktı ve uzman Gyula László’nun Svider teorisi dahi kabul
edilmedi. Bununla birlikte sorun, ilerleyen zaman içinde de tamamıyla sükûnete kavuşmadı.
Birkaç yeni etimoloji, ağaç isimlerinin incelenmesi ve yeni polen haritaları temelinde Péter Hajdú,
– daha sonra görüşüne Volga-Kama bölgesine yerleşmiş Urallar’daki Fin-Ugor kadim yurdu
tezini de ilave ederek – 1960’lı yılların ortalarına doğru Ural, yani Fin-Ugor ve Samoyed
halklarının kadim yurdunun “Pecsora’nın kaynak bölgesini de ima ederek, Orta Ural bölgesinde
ve buradan kuzeye doğru Ob nehrinin aşağı ve orta akış mecrasında arayabileceğimiz” sonucuna
vardı (Hajdú-Domokos, 1978, 56). Birkaç Sovyet arkeoloğu, hepsinden önce Valerij
Nyikolajevics Csernyecov da benzer bir sonuca ulaştı. Sonuçlarının temelinde genç arkeolog
kuşağının birçok üyesi, başta Sovyetler Birliği’nde eğitim görmüş olan István Fodor da Fin-Ugor
kadim yurdunun Volga-Kama mansabında bulunduğu tezini kabul etti. “Ural halklarının
atalarının – Fodor, 1975 yılındaki kitabında taslağını çizdi – kopan parçaları doğrudan doğruya
ilk zamanlarda Avrupa’nın yapraklı orman kuşağının kuzeydeki uzantısının eriştiği Sibirya’daki
tayga kuşağının batıdaki sınır bölgesinde yaşıyordu […]. Polen incelemelerinin sonuçlarına göre
bu kavuşum noktası Ural Dağları’nın kuzey kısmına, yaklaşık olarak Pecsora ırmağının kaynak
bölgesine denk gelebilir […]. Ural birliğinin dağılmasından sonra – M.Ö. 3. yüzyılda – Fin-

64 Svider Kültürü: Adını Polonya’daki Swidry köyünden alan Taş Devri’ne ait bir kültür (ç.n.).
Ugorluğun önemli miktardaki parçaları daha batıya ilerlediler ve Pecsora ve Kama ırmakları
vadisini nüfuslandırdılar” (Fodor, 1975, 14, 39-40).
Hun-Macar akrabalığı tezini mesleğin uzmanı kişiler reddetti. 1971’deki sunumunda, sonra
bunun temelinde hazırladığı 1973’teki büyük çalışmasında Jenő Szűcs, Simon Kézai’nin Hun
tarihini deyim yerindeyse açık bir şekilde “sürekli olarak başarıya ulaşmış bir köken hayali
olarak” değerlendirdi. István Fodor ise aynı tarihli eserinde “Batıdaki kronik yazarlarının geleneği
ve amatör «tarih yazarlarının» icadı” sonucunda temelleri atılan “hükümdar ailesinin ve soylu
sınıfın «öne çıkan» neşet ediş hadisesinin ardındaki hevesle” izah edilebilecek “bilgiye dayalı
olmayan bir görüş” olarak yorumladı. Hun-Macar geleneğinin kadim neşet ediş hadisesini Gyula
Kristó da temelsiz gördü. Hun-Macar ayniyeti tezi ve Atilla’nın şehrinin Buda’ya yerleştirilmesi
– Fodor’a benzer şekilde vurguladı – 11-12. yüzyıl Batı kronik edebiyatının temelinde yaygınlık
kazandı ve Macaristan’da kök saldı. Birçok kişi arasında Dezső Dümmerth, Ildikó Ecsedy, Gyula
László ve László Sebestyén’in temsil ettiği Hun-Macar akrabalığı tezinin yine de bir şekilde bir
temele dayandırılarak oluşturulabileceği azınlıkta olan bir görüştür.
Avar-Macar akrabalığı, bu bağlamda sürekliliği tezi de yaşamaya devam etti. Keszthely
civarında keşfedilen bronz dökme griffon-inda65 arkeolojik buluntularının destekleyicisi olarak
1961 yılındaki çalışmasında Imre Szántó, sadece 8. yüzyıldaki Avarları değil, aynı zamanda 10.
yüzyıldaki Macarlığı, özellikle Bulcsú’nun66 halkını düşündü ve Gyula László’ya benzer şekilde
geç Avar ve Árpád dönemi buluntusu arasındaki sürekliliği vurguladı. 1960’lı yılların ortalarında
Nyíregyház’lı arkeolog-müzeci Dezső Csallány, kavim kökenli yer isimlerinin yanı sıra
muhtemelen 670 civarında yerleşmiş, griff-inda süslemeli kemer tokaları kullanan geç dönem
Avarların mezarlarının da bulunabileceğine ve bunların 9. yüzyıldaki Macar yurt tutanlarına ait
olamayacağına dikkat çekti. Csallány, buradan 568 yılında Bayan Kağan’ın67 önderliğinde Tuna
vadisinde yerleşen Avarlığın zümresini Fin-Ugor halklarının oluşturduğu sonucuna vardı. Bu
bağlamda Konstantinos Prophyrogennetos’tan beri bilinen kavim ismi hiyerarşisinin aslında
sadece Árpád’ın Macarlarına değil, aynı zamanda Bayan Kağan’ın Avarlarına da ait olduğu tezi
de riske girdi.
Saygın bir dil bilimci olan Dezső Pais 1967’de, saldırı halindeki Frankların önünden 800
civarında Erdel’e çekilen Sekeller içinde Avarları görmemiz gerekir şeklindeki eski bir görüşü
yeniden canlandırdı. Altı madde olan tezi arasından – bir miktar kısaltmayla – konumuzla ilgili
ilk üçüne atıfta bulunmaktayız: “1. Avar, Hun ile akraba bir Türk halkıdır, hatta kısmen
Avrupa’ya gelmeden önce Atilla’nın Hunlarıyla anılan bir halka dahildir […]. 2. 800 civarında
Büyük Károly’un68 Frankları Tuna havalisindeki Avar devletini yıktıkları zaman, Avarlığın
Khun:Hun öğesinin bir kısmı Csigla ovasına çekildi. İsminde öneki Türkçe olan čigla (cigla) “çit,
çalı engel” kelimesi bulunan bu Csigla ovası, aslında Maros-Aranyos-Kis ve Nagy-Szamos-Sajó
sahasında, yani bugünkü Mezőség’de sınırı çizen yuvarlak bir Avar savunma yapısıdır. Bu geri
çekilen Khun’ların durumlarına uygun şekilde sonradan Macarcada Székely şekline bürünen sikil
veya sekil “geri (çekilen), firari” Türkçe bir isim verildi. 3. Bir başka Khun grubu Balkanlara
çekildi. Uzun süre Slavlaşmış Khunav ismiyle anılan Durazzo yöresinin halkı onun içinden neşet
etti. Bu şekilde eski yurttan ortaya çıktığı gibi daha sonradan geleneksel olarak grubun liderinin
ismi vasıtasıyla da rol oynayan khun adının yanı sıra Sekel ismiyle eş anlama sahip Türkçe čaba,
yani ‘uzaklaşan, uzağa giden’ adını da elde etti. Balkanlar’daki csaba-khun’lardan seçkin bir
birlik yola çıktı ve Karadeniz’in kuzey bölgelerinden geçerek Hazar Kralı’nın ücretli birliğine
katıldı. Sonra bu khunlar onlarla birlikte muhafızlık yapan, hatta evlenen ari ırka mensup,

65 Griffon-İnda (Griffon-Sarmaşık [kültürü)]): Geç Avar dönemine (685-695) ait olan kültür. Özellikle kemer
süslemelerinde mitolojik bir hayvan olan griffon ve sarmaşık türü bitkiler kullanılmıştır (ç.n.).
66 Bulcsú (?-955): Yurt tutuş dönemindeki bir Macar reisi (ç.n.).
67 Bayan Kağan (I. Bayan/562-602): Avar Kağanlığı’nın kurucusu ve ilk hükümdarı (ç.n.).
68 Büyük Károly (Şarlman/768-814): Frank Kralı ve Kutsal Roma-Germen İmparatoru. 768-814 arasında Frank Kralı,
774-814 arasında İtalya Kralı ve 800-814 yılları arasında da Kutsal Roma-Germen İmparatoru olmuştur (ç.n.).
Müslüman korozmi’lerin isyanını desteklediler ve isyanları başarısız olduğu zaman Aba’ların69
atası Edümen’in önderliğinde Macarlara sığındılar. Bizans İmparatoru Konstantinos
Prophyrogennetos’a göre 950 civarında sekizinci Macar kavmi olarak kabul edilen, Türkçe
isimlerinin anlamına göre “firar edenler, geri çekilenler” olan Kabarlar bunlar olacaktır. Aynı
şekilde onlardan bahseden Anonymus da sadece khun, yani kun olan isimlerini döneminde
maharetli cumanus, yani kun70 ismiyle değiştirdi” (Pais, 1967).
Bütün bunların ve Géza Nagy’ın 1914 öncesi yazılarının ve kendisinin daha önceki tezleri
temelinde Gyula László 1970’li yıllarda ikili yurt tutuş teorisini geliştirdi. 9. yüzyıldaki Macar
yurt tutuşu sırasında onlara müttefik olarak katılan ve aynı zamanda aslında Ogur olup Macarca
konuşan ikinci dalgada yerleşmiş griff-inda [kültürüne sahip] Avarlar hakkında varsayımda
bulunmanın kolay olmaması bu görüşün orijinalliğini oluşturmaktadır. 568 civarında gelen ve 670
civarında bölgeye yerleşen Avarların arkeolojik buluntusuna ve gömü adetlerinin farklılığına ve
“griff-inda [kültürüne sahip olanların]” ve Árpád’ın Macarlarının iskân yerlerinin neredeyse
birbiri içinden “çıkmasına” atıfta bulunur. İkinci kez gelen griff-inda [kültürüne sahip] OnogurMacar halkının kendisi de László’ya göre iki “kavimden” oluşuyordu. “İnda’lar” Volga’nın sağ
kıyısından “bitki dünyasının” taşıyıcıları iken griff sembollerini kullanan grup Altay yöresinin
yerlisi olup “hayvan simgesine sahip halklar”dır. 7. ve 9. yüzyılda yurt tutanların ittifakını
László’ya göre bir evlilik de perçinlemişti. Árpád’ın oğlu Zsolt’un yerel bir prensin kızını eş
olarak alması şeklindeki Anonymus’un bir atfından ve Nagyszentmiklós hazinesinin
incelenmesinden geç Avar, yani Macar kağanın hanedanından bir kızın Árpád’ların ailesine gelin
olarak gittiği sonucunu çıkardı (László, 1978).
Gyula László’nun eski-yeni görüşü araştırmacıları böldü. Yeteri derecede güvenilecek
materyalin eksik olması çoğunlukla birçok kişinin fantastik hipotezlerini çürüttü ve ancak çok az
sayıda kişi kısmen veya tamamıyla kabul görecek şekilde akıl yürüttü. Memnunluk uyandırmayan
geniş çaplı kabulün Dezső Pais’in ifadeleriyle şekillenen açıklaması da Sekellerin Erdel’e gelişi
hakkında değildi. Fin-Ugor kökeninin güvenilirliği içinde aşırı derecede, sonra – Gyula
László’nun ifadesiyle canlarak – kadim tarihimizin en büyük sorunu bu andan itibaren “üretken
belirsizlik taşıyan” hipotezlerle resmiyetini korudu.
İşlevlerine uygun şekilde kesin bilgileri yansıtmaya çalışan ders kitaplarında bu belirsizlik çok
az yansıtıldı. Buna karşın farklı disiplinlere ait kısa yazılarda ve el kitaplarında esaslı bir şekilde
anlaşılabilmektedir. On ciltlik Magyarország története’nin 1984 yılında yayımlanan ilk cildinde
Antal Bartha, farklı kadim yurt teorilerini gözden geçirdikten sonra “M.Ö. 3. yüzyılda aralarında
Macarların uzak atalarının da bulunduğu Fin-Ugorlar, Volga-Kama bölgesinde yaşıyorlardı”
şeklinde “olası” bir tespitte bulundu. Kolay bir şekilde cevaplanamayacağından oraya nereden
geldikleri ve oradayken kimlerle temas ettikleri şeklindeki bir soruyu istemedi. “Urallardaki
birleşmenin yalın yapısı içinde ve bunun dışında Urallar’da yaşayanların bir yerde birbiri ile
bağlantı kurduklarını – diye yazdı – güç de olsa söylemek mümkündür” (Bartha, 1984). Eserin
devamını yazan, Kézai’ye kadar giden Hun-Macar aynılığı, bir yerde akrabalık tezini ve “ikili
yurt tutuş”un bununla bağlantılı olduğunu görüşünü de reddeden György Györffy’dir. 454’ten
sonra doğuya çekilen Hun reislerinin ve askerlerinin yerleştiği yerin Onogur İmparatorluğu
olmasının en azından olası olduğunu kabul etti. “Doğuda efsanevi hayvanlardan (dişi geyik, kurt,
tuğrul), Batıda ise Truvalılardan veya Romalılardan olan neşet edişin gerçek değeri çok az
olmasına” karşın Atilla’dan neşet edişin bilgisi, yani Hun kökeni bu şekilde vücuda gelebilirdi.
Avar-Macar ayniyeti, yani sürekliliği tezini de aynı şekilde reddetti. İster Avarların, ister 7.
yüzyılın sonunda aralarına girmiş Onogur-Bulgar kavimleri arasında “Macarca konuşan halk da
olmuş olsa – diye düşündü – yurt tutuştan sonraki Macar yer ismi materyali bir destek noktası
sunmamaktadır. Avar İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Karpatlar Havzası’nın en önemli
halkı Slavlar oldu”. Sekellerin Hunlardan neşet ettiğini aynı şekilde reddetti. Bununla birlikte

69 Aba’lar: Adını Kral Aba Sámuel’den (1041-1044) alan Macaristan’daki bir halk (ç.n.).
70 Kuman (Macarcası Kun) (ç.n.).
[Sekellerin] kesinlik içermese de Avar-Onogurların bakiye bir halkı olabilecekleri de düşünüldü.
Herkes gözünü bu yeni hipoteze dikti. Buna göre Sekeller, Volga Bulgarları’nın güney grubunu
oluşturan Eskil halkında ayrılmış ve onlara katılmış bir boy olarak Macar boylarıyla birlikte,
ancak onların önüne geçerek Karpatlar Havzası’na gelmiş ve yerleşim yerlerini Körösök
yöresinde elde etmiştir. Batılı bir kaynağın Bulcsú’nun halkı içinde macera seferi reisi olarak
andığı Schaba, Körösök’ün birleşimiyle bulunabilen yer ismine (Békés) Csaba atıfta bulunur.
Sekellerin reisi “Prens Csaba”, Árpád’ın bir halefiyle, muhtemelen Taksony ile karşı karşıya
geldiğinden ve sonra “kardeşlerinin” ona karşı olan mücadelesinde yenilgiye uğrayıp kaçtığından,
burada kalan halkı Sekeller «Csigla Ovası’na» çekildiklerinden sınırlara, bu şekilde Doğu
Karpatların eteklerine de ulaştılar” (Györffy, 1984).
1986’da yayımlanan Erdély története’nin Orta Çağ bölümlerini yazan László Makkai, Gyula
László ve Dezső Pais’in adıyla anılan görüşü ve György Györffy’in hipotezini kendisini mecbur
hissetmemesine rağmen her ikisini de biliyordu. “Sekelliğin zümresi en azından 11. yüzyılın
başından beri Erdel’de yaşamaktadır”, lakin “Háromszék havzasına ancak 13. yüzyılda gelmiştir”
şeklinde kesin bir şekilde – ifade etti – (Makkai, 1986, I/292-293).
8. Ulusal Onurun Batıda Uyanışı
Sosyalist diktatörlüğün 1970’li yıllarda başlayan yumuşamasına kadar antikomünist
ideolojilere benzer şekilde bilimsel olmayan kadim tarih düşünceleri de yasaklı meyveler olarak
kabul edildi. Buna rağmen [bu düşünceler] 1945’ten veya 1956’dan sonra Batıya giden Macarlık
çevresinde giderek yayıldı ve etkili hale geldi. En büyük temsilcisi 1947’de göç ederek Amerika
Birleşik Devletleri’ne yerleşen tarihçi Ida Bobula’nın Sümer-Macar akrabalık tezinin alt üst
edilmesi büyük bir başarıdır. Öte yandan Fin-Ugor akrabalığı içinde “mevcut olan” gerçeği,
görmemeye hiçbir şekilde isteksiz olmayan Bobula, birçok takipçisinden farklı olarak genellikle
bunu reddetmedi. “Fin-Ugor dil benzerlikleri çalışmalarının gerçeğin sadece bir kısmını ortaya
çıkardığı” kanaatindeydi. “Son yıllardaki antropolojik ve arkeolojik keşiflerin” ve birçok olayda
gülümsemeye sebep olan etimolojilerin temelinde “bütün gerçekliği” kendisi aşağıdaki şekilde
özetledi: Kuzey Mezopotamya’da kurulan ilk insan kültürünün yaratıcıları ‘kadim
Kafkasyalıların’ zamanla ‘halkları dört denize ve dört iklime doğru’ yayıldılar. Bu halkların bir
tanesini “takip eden yüzyıl sürecinde Batı Asya’ya akın eden ve uygarlık kuran” ve aralarına
başka Ural-Altay halklarıyla birlikte Fin-Ugor halklarının da katıldığı Kafkasya’ya gelen İskitler
oluşturmaktadır. “Kadim İskitya’nın madenci halkının çok eski zamanlarda Karadeniz boyunca,
Tuna çizgisine sömürgeci halklar gönderdiği muhtemel gözükmektedir. Bronz Çağı insanı
Macaristan’da yazılı bir yadigâr bırakmamış, fakat Mezopotamya’da ortaya çıkan ve başka hiçbir
yerde görülmeyen bronz savaş çekiçlerinin ve mücevheratın kopyası kalmıştır. Macaristan’da
Bronz Çağı’na ait bir mezarda sadece orada yetişen, Kızıldeniz kıyısından getirildiği kesin olan
bir istiridye bulundu. Eski Çağa ait toprak tabyalarımızı, kökeni aydınlatılmamış büyük kemer
yapılarını (Csörsz árka71 vb.) Mezopotamyalı ustaların, mühendislerin yapması mümkün değildir.
Bütün bunları önümüzdeki yüzyılın arkeolojisi aydınlatacaktır. Biz sadece ilk kolonicilerin geri
çekilmek zorunda kalkdıklarını tahmin edebiliriz, fakat bilgili bir grup insan, Zerdüşt rahiplerin
teşkilatı harika bir güneş ışığına sahip, dağların çevrelemiş olduğu, güzel nehirleri bulunan
«zengin havzasının ışıltılı hatırasını» muhafaza etti ve babalar geleneği çocuklarına sözlü şekilde
aktardılar: “Yeterince gücümüz olsaydı orayı geri alırdık!”. Zaman değişti, imparatorluluklar
mücadele etti, İskityalıların muhteşem halkı azalarak yok oldu, Kavimler Göçü’nün fırtınasında
birbiri ardına silindi. Fakat bir halkı, – belki en eski geleneklerin en sebatlı taşıyıcıları olan –
büyük yeteneğe sahip bir aile ulus haline getirdi: Reis Árpád’ınki. Küçük millete akraba kavimler
de katıldı ve Batı’ya doğru hareket ederek M.S. 9. yüzyılda Verecke Geçidi’ni geçti ve
kroniklerimize göre «İskitya’dan ikinci sefer gelerek» atalarının toprağını yeniden ele geçirdi” 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar