İSLAM ÖNCESİ TÜRK TOPLUMUNDA KADININ KONUMU ÜZERİNE Toplumların uygarlık seviyelerinin belirlenmesinde cemiyet hayatında
kadın ve çocukların konumu önemli bir yer tutar. En ilkel cemiyet hayatından
günümüze bu iki grubun hakları, esasında toplumların insan haklarına
bakışını da anlamaya yarar. Ataerkilliğin baskın olduğu İlk Çağ
medeniyetlerinde kız çocuklarının öldürülmesi, ömür boyunca birinin
vesayetinde yaşaması ya da isim verilmeye layık görülmemesi gibi durumlar
cinsiyet ayrımcılığının ulaştığı boyutu gösterir vahim örneklerdir. Aynı
şekilde kadın öldürüldüğünde katilin hiçbir cezaya çarptırılmadığı toplumlar
olduğu gibi kadın ve çocukların baba için çalıştığı, kocasının kadını istediği
zaman boşayabildiği durumlara da sıkça rastlanır. Bunların yaşandığı
zamanlarda Türk toplumunda kadının yerinin ne olduğu konusu Türklerin
medeniyet tarihindeki yerini belirleyici önemli bir ölçü olacaktır. Kadının aile
ve cemiyet içerisindeki yerinden başlamak üzere siyasi ve hukuki hakları ile
birlikte ele alınabilecek mesele aydınlığa kavuşunca, göçebe olmakla
küçümsenen ve uygarlık tarihine katkısı olmadığı ön kabulü ile hakkında
önermeler üretilen Türklerin tarihteki gerçek yeri de gün yüzüne çıkmaya
başlayacaktır.
Anahtar Sözcükler: İslam öncesi dönem, Türkler, kadın, sosyal statü,
hukuki durum, ekonomik haklar.
UP ON THE POSITION OF THE WOMAN IN THE PRE-ISLAMIC
TURKISH SOCIETY
Abstract
The position of the women and the children play an important role in
determination of the level of the civilisation of the society. The rights of both
groups actually provide a better point of view of the societies towards human
rights from the most primitive societies up to now. In the dominant patriarcial
structure in the ancient civilisations the killing of the girls, their living under
the custody of someone or not being regarded to be given a name are the bad
examples of indication that displays the dimensioın of the sex discrimination.
Similarly it a common fact that there are societies when a woman is killed the
murderer is never punished and the woman and children work for the father
and the husband gets divorced form his wife whenever he wants. During
these times when all these are experienced what the position of the woman in
the Turkish society is will be an important criteria to determine the place of
the Turks in the history of civilisation. When the matter starting from the
point of the position of the woman in the family and the society together with
political and legal rights is illuminated the position of the Turks who are
despised as nomadic and about whom some ideas are fabricated claiming that
they did not contribute to the history of civilisation with some prejudices will
start to come to the fore.
Keywords: The pre-Islamic period, Turks, woman, social status, legal
situation, economic rihgts.
*
Prof. Dr.; Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, telliogluibrahim@gmail.com.
210* TAED
55 İbrahim TELLİOĞLU
Eski Türk toplumu ile ilgili özellikle batılıların hazırladığı eserlerin pek çoğunda,
Türklerin göçebe olduğundan hareketle çeşitli önermeler üretilmiştir: Göçebe olmalarından
dolayı ilk büyük medeniyetler içerisinde yer alamayan Türkler, insanlığın gelişimine neredeyse
hiç katkıda bulunmamış bir topluluktur. Vahşi aile grupları şeklinde örgütlenmiş göçebe
çobanlardır. Doğuştan itibaren medeni vasıflardan yoksun olan Türklerin de içerisinde yer aldığı
göçebeler, sadece var olanı tüketir ve bu anlamda hayatı kolaylaştıran gelişmelerin önünü tıkar.
Askerî güçleri ile bir yeri ele geçirseler de o ülkede fetret devri başlatırlar, karmaşa çıkarmanın
ötesinde bir şey yapmazlar. Herhangi bir inanç sisteminden yoksun olmalarından dolayı başıboş
insan yığını olarak tarif edilmelerinde mahzur yoktur. Devlet teşkilatına sahip olmadıkları gibi
kanun nedir bilmezler, kendi kurallarına göre yaşamayı severler (Kafesoğlu, 1988, s. 32-33). Bu
ve benzeri önermelerle eski Türkleri tanımlamaya çalışan düşünürlerin yanıldığı günümüzde
açıkça ortaya çıkmıştır.
İslam öncesi Türk toplumu yarı göçebeydi. Ekonomik sistem büyük ölçüde hayvancılık
üzerine kuruluydu. İlk dönemde boylar hâlinde yaşayan Türkler, devletlerin ortaya çıkması ile
birlikte milletleşmeye başlamıştı. Atı ehlileştirmeleri ve demiri ilk kullanan topluluklardan biri
olmaları sebebiyle uygarlık tarihine büyük katkı yapmışlardı. Süvari orduları sayesinde
yaşadıkları coğrafyalarda çok zorlanmadan siyasi üstünlük kurabilmişlerdi. Kendilerini
medeniyetin merkezi olarak kabul eden Çinlilerden tutun da Avrupalı topluluklara kadar pek
çok farklı unsur Türk ordu sistemini örnek alarak askerî yapılarını yeniden düzenlemişlerdir.
Ayrıca kurdukları güçlü devletler sayesinde Çin sınırından Atlas Okyanusu’na kadar pek çok
farklı topluluğu bayrakları altında bir arada yaşatmışlardır.
Türklerin siyasi ve askerî meziyetlerini kabul eden bazı düşünürler, sadece bu vasıfları
ile kıymet görebileceklerini, göçebe olmalarından dolayı uygarlık tarihinde yer
edinemeyeceklerini savunurlar. Onlara göre Türklerin de içerisinde bulunduğu göçebeler her
türlü medeni gelişmeden uzak, sadece başkalarının ürettiğini kullanan hatta yeri geldiğinde
onları yok eden bir topluluk konumundadır. Ancak bazı arkeolojik çalışmalarda ele geçen
buluntular onların bu tarih görüşünü tozlu raflara kaldırmıştır. Pazırık kurganında ele geçen
buluntulardan dünyanın en eski halısının Türkler tarafından yapıldığı ortaya çıkmıştı. Esik
kurganında ortaya çıkan altın elbise ise MÖ V. yüzyılda Türk madenciliğinin geldiği ileri
seviyeyi ve sahip oldukları estetik değerleri gösterir önemli bir örnek olarak göz önündedir.
Sadece bu iki örnek bile medeniyet tarihindeki Türklerin yeri ile ilgili algıyı büyük ölçüde
değiştirmeye yetmiştir.
İslam Öncesi Türk Toplumunda Kadının Konumu Üzerine
TAED 55* 211
Devlet kurabilmenin en önemli şartlarından birisi insanları bir arada yaşatacak
kanunlara ve güçlü bir toplumsal yapıya sahip olma ise, Türkler bu açıdan büyük ilerleme kat
etmiş olmalıdır. Zira İslamiyet’ten önceki devirde Orta Asya’dan dünyanın farklı yerlerine
dağılarak Hindistan’dan Karadeniz’in kuzeyine, Macaristan’dan Kafkasların güneyine
birbirinden çok farklı yerlerde devletler kurma başarısını gösteren bir millet, siyaseten başarılı
olmalıdır. Farklı kökenlerden, dinlerden, kültürlerden insanları bir arada yaşatacak siyasi
birikime ve kanuni alt yapıya sahip olmalıdır. Dünyayı yönetmek maksadıyla yaratılmış bir
millet olduğuna inanan Türkler, cihan hâkimi olabilmek için bu birikime ve hukuka büyük
önem vermişlerdir (Turan, 1980). Ancak bu ideale ulaşabilmek için güçlü bir sosyal yapıya da
ihtiyaçları vardır ki güçlü bir toplumun temeli güçlü bir aile oluşumundan geçer.
Türk ailesi ataerkildir (İnan, 1998, s. 341). Ancak Türklerdeki ataerkillik çeşitli farkları
dolayısıyla pederşahi yerine pederi olarak adlandırılan türdendir. İran ya da Roma’da olduğu
gibi babanın mutlak hâkimiyeti söz konusu değildir. Kadının ve çocuğun çeşitli hakları olduğu
bir aile çeşididir (Onay, 2012, s. 350). Konargöçerliğin bir neticesi olarak çekirdek aile tipi
yaygındır. Çok evliliğin pek görülmediği eski Türk toplumunda genellikle dıştan evlilik vardır
(Ögel, 1988, s. 237). Aile, dinî ve toplumsal değerlerle kutsanan bir kurumdur. Yeni bir ev
kurmak anlamına gelen ve günümüze kadar kullanılan ev - bark olma deyimindeki bark
kelimesi mabet demektir. Yeni bir aile kurulması mabet kadar kutsal bir çatı inşa edilmesi
anlamına gelir (Gökalp, 1991, s. 231-232). Aile ve toplum içerisinde kadının yeri ise Türklerin
medeni seviyesini gösteren önemli bir ölçüdür.
İslam öncesi dönemde Türklerde aile yapısı ve kadının statüsü ile ilgili bugüne kadar
pek çok çalışma yapılmış ve mesele etraflıca ele alınmıştır (Eröz, 1977; Sevinç, 1987). Ancak
bu külliyat içerisinde birbirinin tekrarı mahiyetindeki pek çok tespitin tarihî temeli olup
olmadığı konusunda çok durulmamıştır. Aynı şekilde özellikle kadının durumuyla ilgili
meseleler ortaya konulurken bazı olaylar görmezlikten gelinmektedir. Buna bağlı olarak konu
oldukça idealize edilerek işlenmektedir. Bu çalışmada daha önce yapılan karşılaştırmalı metot
takip edilerek Türk kadınını çağdaşlarıyla kıyaslanıp nasıl bir konuma sahip olduğunu tasvir
edilecektir. Bu yapılırken ihmal edilen bazı tarihî olaylar ve kavramların altı çizilerek meseleye
çok yönlü bakılmaya çalışılacaktır.
Türklerde kadın ya da aile meselesi gündeme geldiğinde Ziya Gökalp’in görüşleri
üzerine kurulan önermelerle karşılaşılır. Türklerin hem demokrat hem de feminist olduklarını
kaydeden Gökalp, Şamanizm’in kadındaki kutsi kuvvete dayandığını yazar. Türk şamanları
212* TAED
55 İbrahim TELLİOĞLU
sihir ile olağanüstü güçlerini gösterebilmek için kadınlara benzemeye çalışırlarmış. Bu inanç
içerisinde toplum hayatında kadınla erkeğin bir arada bulunması şartmış. Ona göre velayet-i
amme Hakan ile hatunun bir arada olması suretiyle tecelli ettiği için bir emirname yazıldığında
“hakan emrediyor” ibaresiyle başlarsa kabul olunmaz “hakan ve hatun emrediyor ki” sözüyle
başladığında muteber sayılıyormuş. Hakan tek başına bir elçiyi huzuruna kabul etmez sağda
hakan solda hatun oturduğu bir zamanda huzura alınırdı. Şölenlerde, kinkeşlerde, kurultaylarda,
ibadet ve ayinlerde, harp ve sulh meclislerinde, hatun da mutlaka hakanla beraber bulunurdu.
Kadınlar hükümdar, kale muhafızı, vali, sefir olabilirdi (Gökalp, 1990, s. 158-159).
Ziya Gökalp’in tespitlerinden hareket eden pek çok düşünür biraz da meseleyi idealize
ederek Türklerin kadına büyük değer verdikleri, toplumsal, dinî, hukuki ve siyasi bakımdan
emsalsiz imkânlara sahip olduğunu kaleme almışlardır. Ancak bardağa o kadar dolu tarafından
bakılmaktadır ki Gökalp’in “hakan ve hatun emrediyor ki” diye yazılmadan kanunların geçerli
olamayacağı düşüncesine kimse bir yazıt ya da kaynaktan destek bulma ihtiyacı hissetmemiştir.
Cinsiyet ayrımcılığı İlk Çağ’dan günümüze insanlığın en önemli toplumsal
problemlerinden birisidir. Tarih boyunca dünyada genel olarak kadına yönelik negatif
ayrımcılık yaygındır. Toplumsal farklılıklar bulunmakla birlikte doğumdan itibaren çocuklar
arasında cinsiyet ayrımı yapılması âdeta geleneksel hâle gelmiştir. İslam öncesinde Türklerin
çağdaşı toplumlarda bu durum kendini gösterir. Mesela Türklerin en yakınındaki kültürlerden
birisi olan Çinlilerde doğan çocuk kız ise isim verilmeye değer görülmez, ona sayı ile hitap
edilir. Yakın coğrafyadaki diğer bir topluluk olan Hintlilerde çocuk kız ise evlenene kadar
babasının eğer yoksa erkek kardeşlerinin himayesi altındadır. Bu himayeden maksat kızların
zayıf karakterli, günaha meyilli ve hayatını tek başına devam ettiremeyecek kadar güçsüz
olduğuna inanılmasıdır. Ancak bu konudaki en uç örnek Araplardadır. Araplar için doğan çocuk
kız olursa bu bir utanç olarak kabul edilir. Bu yüzden kız çocuklarını diri diri toprağa gömenlere
bile rastlanılır (Çağatay, 1989, s. 135). Buradan anlaşılacağı üzere Türklerin çağdaşı topluluklar
farklı derecelerde de olsa çocukları arasında cinsiyet ayrımı yapmaktaydı. Hâl böyleyken
Türkler çocuklarına farklı davranmazlar. Kutadgu Bilig’de Ay-Toldı oğlu Öğdülmiş’e nasihat
verirken oğul ve kız kelimelerini yan yana kullanır. “Oğul-kız hakikatte gören gözün nurudur”
diyen vezirin sözü (Yusuf Has Hâcib, 2003, s. 94) ile de cinsiyet ayrımı bilmediklerini gösterir.1
1 Kutadgu Bilig’deki tespitlerin tamamı Türklerin kadınlara bakışı hususundaki görüşlerini tam yansıtmaz. Zira
yukarıda çocuklar arasında cinsel ayrım yapılmadığıyla ilgili örnek verilen eserin Öğdülmiş’in, Ogdurmış’a
çocukların nasıl terbiye edileceği yönündeki kısmında (s. 326-327) doğan çocuğun kız olmasından üzüntü duyulduğu
anlatılmaktadır. Aynı bölümde kadınların mümkün olduğunca evden çıkmamasının faydalı olacağına dair ikazlar da
İslam Öncesi Türk Toplumunda Kadının Konumu Üzerine
TAED 55* 213
Aynı şekilde Dede Korkut hikâyelerine bakıldığında çocuklar arasında cinsiyet ayrımı
yapıldığına dair bir örneğe rastlanılmaz. Sadece soyun devamını sağladığı için erkek evlada
daha çok meyledildiği hissettirilir. Ergenlik çağına kadar kız ve erkek çocuklarının bir arada
yetiştirilmesi bu toplumsal değerin en önemli uygulamasıdır (Ergin 1988).
Türklerin çocukları arasında cinsiyet ayrımı yapmaması onların kadına bakışları
hakkında önemli bir göstergedir. Çocukluk safhasından sonraki değerlendirmelere bakıldığında
ise toplumun bu konudaki mental değerleri daha da netleşmeye başlar. Genç kız, evli kadın ve
anne simgeleri üzerinden yapılan anlamlandırmalar başlangıç evresindeki bakışın ilerleyen
dönemde de devam edip etmediğini belli eder. Bunun için toplumun en eski değerlerini yansıtan
sözlü kaynaklar oldukça kıymetlidir. Kadınların toplum içerisindeki itibarı milletin zihin
dünyasındaki yeriyle yakından alakalı olduğundan milletin düşünce sistemini asırlar boyu
kuşaktan kuşağa aktaran sözlü kaynaklara bakmak gerekir.
Toplum hafızasının gidebildiği en eski yer olan efsane ve destanlar Türklerin kadına
bakışını gösterme açısından oldukça kıymetli bilgiler içerir. Destanlara bakıldığında
kahramanların anneleri ve eşleri hep ilahi ışıktan varlıklar olarak tasvir edilir. Bu semavi
sembol, kadının kıymetli bir varlık olduğunun işareti olarak kabul edilir. Oğuz Kağan
Destanı’nda Oğuz Han’ın eşinin karanlık bastığında gökyüzünden inen, aydan ve güneşten
parlak bir ışık şeklinde tasvir edilmesi (Bang-Rahmeti, 2012, s. 93), Göç Destanı’nda Hulin
Dağı’ndaki bir ağaca inen mavi bir ışıktan Sungur, Kutur, Tükel, Ur ve Bögü Tigin’in doğması
gibi örnekler bu duruma işaret eder (Banarlı, 1971, s. 28). Diğer taraftan Tanrı Ülgen’e yaratma
ilhamını bir kadının vermesi de dikkat çekicidir. O yüzden bu ilhamın sahibi gün ana, kadınların
temsilcisi olarak Tanrı katında erkeklerden daha yüksek bir konumdadır (Uraz, 1994, s. 88-89).
Ayrıca ulusu koruduğuna inanılan ve kendisine ulus anası denilen Ana Maygıl isminde bir ruh
olduğunu düşünürler (Çoruhlu, 2000, s. 44). Bu örnekler toplumsal hafızada kadının
konumlandırılmasıyla ilgili olarak oldukça kıymetlidir. Fizik ötesi simgelerle anılması kadınlara
cinsel bir obje olarak değil sıra dışı bir varlık muamelesi yapıldığının göstergesidir. Aynı
şekilde inanç dünyasında kadının Tanrı’ya daha yakın bir konumda tutulması onların
hukukunun dinî kurallarla belirlendiği sonucunu ortaya çıkarır.
Umay simgesi, Türklerin zihin âleminde kadına verilen kıymetin en önemli
göstergelerinden birisidir. İlk kez Kültigin abidesinde “Babam kağan uçtuğunda küçük kardeşim
mevcuttur. Birbiriyle zıt bu tespitlerin İslamiyet öncesi Türk toplumunda bulunduğuna dair tarihî örnek elde etmek
pek mümkün değildir.
214* TAED
55 İbrahim TELLİOĞLU
Kül Tigin yedi yaşında kaldı… Umay gibi annem hatunun devletine, küçük kardeşim Kül Tigin
er adını aldı.” sözleriyle anılan Umay, Tonyukuk yazıtında Göktürkleri kurtaran ilahedir (Ergin,
1988, s. 25-26, 58). Tanrı Ülgen, ağaç ve orman kültünün en önemli sembollerinden olan kayın
ağacını koruyucu ve merhametli ana Umay ile birlikte dünyaya göndermiştir (İnan, 1976, s. 39).
Umay, kadın (anne) ve çocuklarla ilgili bir tanrıça ya da ruhtur. Hükümdarın hanımı Umay’ı
temsil eder. Kadınları ve çocukları koruyan bir ruhtur. Her şeye hayat veren güneş de Umay’la
ilgilidir (Çoruhlu, 2000, s. 39-41). Diğer yandan Türk mitolojisinde güzellik ilahesi olarak kabul
edilen Ayzıt toplumsal bilincin görünüşü olarak erdem, ahlak, fazilet timsali bir sembol şeklinde
tasvir edilirken fiziki özellikleri hiç anılmayan bir motiftir (Gökalp, 1991, s. 118; İnan, 1976, s.
26-27). Aynı şekilde Dede Korkut hikâyelerinde kadınlara yönelik hitaplar hep onure edicidir,
incitici herhangi bir ifadeye rastlanılmaz (Ergin, 1994; Şen, 2008). Yenisey’deki Köktürk harfli
yazıtlardan anlaşıldığı kadarıyla “Evdeki eşime, vadideki oğullarıma doyamadım, değerlilerime,
kutsal devletime, baştaki begime doyamadım.” örneğinde olduğu gibi kadının adı ilk sırada
anılır. Kişi kelimesi ile insan ve her iki cins de ifade edilebildiği için kadın - erkek arasında bir
ayrım olmadığı anlaşılabilir (Useev, 2012, s. 60-65). Türkistan’da ele geçen heykellerde aynı
mezar alanına defnedilen kadın ve erkek heykellerinin bir arada olması bu eşitliğe şehadet eder
(Alyılmaz ve Alyılmaz, 2014, s. 17). Kadınların ailesine ve eşine bağlılığı hususunda pek çok
örnek vardır. Şorların Ak-Kağan destanında üç kadın tipine rastlanılır. Birincisi mücadeleci ve
korkusuz Alp kadın tipidir. İdeal bir eş ve anne olarak tanımlanan kadınların üçüncü yönü ise
aklın ve bilgeliğin sembolü olmasıdır (Bars, 2014, s. 109-110). Dede Korkut hikâyelerinden
Deli Dumrul hikâyesinde eşinin onun için canını vermeye hazır olması eşe bağlılığın bir
göstergesidir (Ergin, 1988, s. 126). İbn Fadlan’ın Türkler arasında gayrimeşru ilişkilerin
olmadığı yönündeki tespiti de (İbn Fazlan, 1975, s. 31) çağdaşı toplumlarda ciddi biçimde cinsel
meta hâline gelen kadınların Türk toplumu içerisindeki farklılığını göstermesi bakımından
önemlidir.
Eski Türklerde kadınların sahip olduğu hukuki hakları çağdaşlarından daha ileri olduğu
konusundaki kanaatleri güçlendirir. Bu konuda ilk dikkat çeken şey ekonomik bakımdan pek
çok imkâna sahip olmasıdır. O zamanın şartlarında bu çok önemli bir hadisedir. Ziya Gökalp,
evin karı ve kocanın ikisine birden ait olduğunu ifade ederek çocuklar üzerindeki velayet-i
hassanın baba kadar anaya da ait olduğunu vurgular. Kadınlar emvâle tasarruf ettikleri gibi
dirliklere, zeametlere, haslara, mâlikânelere de mâlik olabilirlerdi (Gökalp, 1990, s. 159-160).
Diğer bir konu ise mirastan pay alma meselesidir ki bu hususta sadece çağdaşlarından değil
İslam Öncesi Türk Toplumunda Kadının Konumu Üzerine
TAED 55* 215
günümüzdeki pek çok toplumdan da daha öndedir. Evlilik aşamasında kız çocuğu mirastan
payını alırdı ve çeyiz malı üzerinde kocasının hiçbir tasarruf hakkı yoktu (Çimen, 2008, s. 196).
Aynı dönemde bırakın miras almayı anne ve çocuklarının baba için çalıştığı Mezopotamya
toplumunun ya da kadının mirastan hiçbir hak iddia edemediği Roma hukukunun geçerli olduğu
zamanda (Pugliese, 1957, s. 345) evlilik çağı gelen kız, miras payını alarak yuvasını kurardı. Bu
hukuki bakımdan büyük bir ayrıcalıktı. Bugün bile kız evlatlara mirastan pay verilme hususunda
çeşitli engellemeler olduğu düşünülürse o dönemde Türk kadınının ne derecede önemli bir yer
edindiği anlaşılabilir.
Türk kadınının hukuki durumu ile ilgili diğer önemli bir husus boşanma hakkına sahip
olmasıdır. 2 Ataerkilliğin yaygın olduğu toplumlarda böyle bir hakka rastlamak mümkün
değildir. Kadını her şart altında evliliğe mecbur bırakan zihniyet Türkler içerisinde mevcut
değildir. Hatta eski Hind toplumunda olduğu gibi eşi ölen kadın, çocukları ya da ailesinden
başka erkekler sahip çıkmazsa günah işleyebileceği ve hayatını devam ettiremeyeceği sebebiyle
öldürülebilirdi (Donuk, 1980, s. 167). İşte böyle bir çağda Türklerde kadınlar eşlerinden
ayrılabiliyordu. Bu örneklerden anlaşıldığı üzere kadınlar günlük yaşantıda statü sahibi, hakları
dinî ve toplumsal değerlerle korunan bir konumda bulunmaktadır.
Kadınların konumu bu esaslar üzerinde şekillenmekle birlikte bazı hadiseler sebebiyle
uygulamada çeşitli farklılıklar olduğuna da rastlanır. Kadının toplum içindeki rolünü anlatanlar,
Mete Han’ın kurduğu orduda askerlerini disiplin altına alması örneği verilirken ıslık çıkaran
okunu attıklarından birinin de hanımı olduğunu vurgulamazlar. Aynı şekilde Türklerde vatan
sevgisinin temelleri ile ilgili olarak örnek verilen hadisede Tunguzlarla savaşmamak için olan
eşini onlara yollamasından sonra “o benim malımdı” diyen Mete Han’ın bu sözü görmezlikten
gelinir. 3 Bu örneklerden anlaşıldığı üzere Türklerde kadının aile ve toplum hayatındaki
hukukunun zaman zaman çiğnendiği de görülmektedir.
2 Divanü Lûgat-it Türk’te, “uragut başın yoldı” (kadın başını kurtardı) if
Историкът проф. д-р Стоян Динков каза: „Защо да се разделим с турците? Защо трябва да се разпадаме? Всички находки в нашата история показват, че и ние сме от турски произход.” използва фразите. „ОСМАНСКАТА СПАЗИ БЪЛГАРИТЕ ОТ ИЗНИЩЕНИЕ” „Османците спасиха българите от изчезване със своите административни и социални практики“, каза проф. д-р Динков дава урок по история на онези, които напоследък са се опитвали да насилствено насилват български български граждани от турски произход. Професорът по история, който твърди, че коренните българи са от турски произход, разкрива с документи, че някои от българските царе са от турски произход и езикът, който са използвали е турски. Твърдейки, че турците и българите произхождат от един род, проф. д-р Динков заявява, че турско-българските отношения трябва да се преструктурират от гледна точка на искреност. Според Динков отражението на това върху Европейския съюз също ще бъде положително и в същото време ще осигури по-силно участие в ЕС. „БЪЛГАРСКИТЕ...
Yorumlar
Yorum Gönder